Batı, övündüğü “Laiklik” anlayışına barış içinde mi ulaştı; dökülen kanı, laikliğin olmadığı yerde ne demokrasinin ne de pozitif hukukun geçerli olamayacağını bilmiyorlar mı? Batıda, devletinin siyasi rejimini dini esaslara dayandırma çabasında olan bir siyasi parti var mı? Avusturya’da halkın seçtiği, ırkçı bir lidere karşı çıkarken demokrasi anlayışları nerede idi? Ilımlı İslam’ı yaşamaya zorlanıyoruz. Hangi Ilımlı İslam, mimarı kim, kurucusu kim? Türkiye, diğer İslam ülkelerinden farklı bir konumda ise, laik devlet sayesindedir. Uyanalım, kaybetmemek için bütün gücümüzü kullanalım…
Korkmayan insan olduğunu sanmıyorum. Korkmamak, tehlikeyi görmemek, bir başka ifadeyle tehlikenin getireceklerinin veya götüreceklerinin önemini, boyutunu, değerini idrak edememek demektir.
Beklentilerim ve korkularım var, elde etmek veya kaybetmemek için mücadele ediyorum. En büyük korkum, Türkiye’nin “Laikliği” yitirip “taassubun” acımasız pençesine düşmesidir.. Asırların tecrübesi ile sabittir ki, birçok toplumun yenemediği, yenen toplumların da en büyük bedeli ödediği tehlike “taassuptur”. “Korkunun ecele faydası yoktur” denirse de insanlarımızın taassuba karşı bütün güçleri ile savaşmaları şart, çünkü “taassup” bir “ecel” değil, insanların yarattığı bir felakettir. Taassubun pençesine düşmemek için ödenecek her türlü bedele değer.
Anayasaya dayalı bir hukuk süreci ile beraber iç ve dış odaklar büyük bir saldırıya geçtiler. Avrupa Birliği (AB) görevlileri, kendi değerlerini inkar ederek, bize demokrasi ve laiklik dersi vermeye başladılar. “Zorla, dayatma ile laiklik olmaz”, “Demokrasi laiklikten önde gelir”, diyorlar… Bu sözlerinin dün, gene bizim için söyledikleri sözlerle taban tabana zıt olduğunun farkındalar ama bizim kandırılmaya hazır, teslimiyetçi insanlar olduğumuzu bildikleri için, siyasi çıkarları doğrultusunda, her türlü baskı aracını kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Aynı adamın ağzından çıkan sözleri, bazen AB’nin resmi görüşü, bazen de söyleyenin kişisel görüşü olarak göstermeleri de bizimle oyun oynadıklarının bir göstergesi… Onlar oyunlarını oynayacaklar, önemli olan bizim bu tür oyunlara gelmememiz.
Batı, sahip olduğu için övündüğü, bizim de ulaşmaya çalıştığımız “Laiklik” anlayışına barış içinde mi ulaştı, çektikleri çileleri, döktükleri kanları bilmiyorlar mı? Laikliğin olmadığı yerde ne demokrasinin ne de pozitif hukukun geçerli olamayacağını bilmiyorlar mı? Batıda, devletinin siyasi rejimini dini esaslara dayandırma çabasında olan bir siyasi parti var mı? Olsa idi, “zorla laiklik olmaz” yaklaşımı ile o partiye göz yumarlar mıydı? Avusturya’da halkın seçtiği, azıcık ırkçı bir lidere karşı çıkarken demokrasi anlayışları nerede idi?
Bu sözleri AB’nin görevlilerine bir tepki olarak söylüyorum. Kişilere karşı çıkmam, evrensel bir nitelik kazanmış Batı değerlerin karşı çıktığım anlamına gelmemeli. AB görevlilerine kızmaya ne hakkım var ki, bizi yönetenler, “İnsanlar laik olmaz, devlet laik olur” söylemleri ile ülkeyi, hukuken değilse bile, fiilen dine dayalı yaşam biçimine sokmuş değiller mi? İşimiz zor, hem yabancılarla hem de içimizdekilerle mücadele etmek zorundayız.
“Laik” kelimesinin Latince kökeninin, tarihsel sürecinin, laikliğin, Almanya, Fransa, İngiltere ve diğerlerindeki farklı uygulamalarının teferruatına girdiğimiz zaman konunun içinde kaybolabiliriz. Laikliğin bir anlayış ve çağımızın zorunlu bir yaşam biçimi olduğunu, bazı ülkelerin onu toplumsal yapılarına uydurup özenle koruduklarını, bazı ülkelerde özümsenip yaşamın bir parçası haline getirildiği için artık hiç konuşulmadığını vurgulayarak, geçiş sürecini yaşayan ülkemizde, laikliğin nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki düşüncelerimi çok kısa söylemlerle, ortaya koymaya çalışacağım.
Bana göre Laiklik:
* Laiklik, bir anlayıştır. İnsan aklına ve ruhuna uygun, her türlü özgürlüğün ve insana saygının temeli, vazgeçilmez bir yaşam biçimidir.
* Laiklik, ne bir din ve ne de bir bilimdir. Laiklik, din ve bilimin birbirinin alternatifi olmadığını, çıkış noktalarının, hitap ettikleri hedeflerin ve her birinin egemenlik alanlarının farklı olduğunu kabul eden, ikisine de saygı duyan bir anlayıştır. Akıl ve ruh, insan bünyesinde nasıl barış içinde yaşıyorsa, laik anlayışa göre, din ve bilim de, toplumsal bünyede barış içinde yaşayabilir, yaşamalıdır.
* Laiklik, akıl ve ruhu en doğru ve en güzel biçimde bağdaştıran, “hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışma” anlayışıdır.
* Laiklik, kesinlikle dinsizlik değildir, kesinlikle dini inkar etmez… “Kişiler laik olmaz” diyenler ya cahildir ya da çıkarları için halka yalan söylemektedirler.
* Laiklik, “Allahın hakkı Allaha, Sezar’ın hakkı Sezar’a” söyleminin bir uygulamasıdır. Yani din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Laik devlette, insanlar, “vatandaş” olarak, devletin kurallarına uymak zorunda olduğu gibi, “kul” olarak da, kendisini yarattığına inandığı gücün kurallarına uyma hakkına sahiptir.
* Laik bir devlette birden fazla din ve inanç grubu olabilir fakat devlet tektir…
* Laik devlet, sosyal hayatı düzenler, ruhani alana girmez, bünyesinde barındırdığı inanç gruplarına eşit mesafede durur, fakat bunlardan birinin diğerini ezmek istemesi durumunda ezilenin yanında yer alır.
* Laik devlette, dinler ve inanç grupları, devletin hukuk düzenine ve toplumsal kurallarına egemen olmaya çalışmazlar.
* Laiklik, kula kul olma uygulamasına karşıdır.
* Laiklik, insan haklarının, pozitif hukukun, din, inanç, ibadet ve düşünce özgürlüğünün vazgeçilmez garantisidir.
* Laikliğin olmadığı yerde gerçek demokrasi ve pozitif hukuk düzeni olamaz çünkü din ve inanç kuralları tartışılmayacak kadar bağlayıcıdır…
* Türkiye, Tanzimat’tan (1839) bu yana laikleşmeye çabalamasına rağmen, bugünkü durum itibariyle, bunu başardığını söyleyemem. Önündeki bunca engele rağmen, Türkiye, İslam dünyasındaki tek laik ülke olma onurunu taşımaktadır. Laiklik konusunda Türkiye’nin hedefi önce mevcudu korumak sonra da noksanları gidermek olmalıdır.
Günümüzün İslam dünyasının perişanlığına ve Türkiye’nin bunca çabasına rağmen laikliği yaşam biçimi haline getirip kalkınmasını tamamlayamamış olmasına baktığım zaman aklıma şu soru geliyor: Sorun İslam’da mı, yoksa İslam’ın insani uygulamasında mı? Aslında, cevap basit. Eğer deniyorsa ki, İslam ülkeleri gerçek İslam’ı yaşıyor, o zaman sorun İslam’da demektir. Yok, denebiliyorsa ki, hayır bugün yaşanan İslam gerçek İslam değil, taassubun ürünü olan İslam’dır, o zaman gerçek neden insani uygulamadır…
Bana göre; ikinci şık doğru, yani yanlış olan İslam’ın insani uygulamasıdır. İslam özünde laiktir ve gelişmeye engel değildir. Çünkü; İslam, “Senin dinin sana, benim dinim bana” anlayışına sahip olmasına rağmen, insanlar iradeleri dışında bir şeyler yapmaya zorlanmaktadır… İslam’da ruhban sınıfı olmamasına rağmen, fiilen var… İslam’da ibadetin mutlaka belli bir mekanda yapılma zorunluluğu olmamasına rağmen, insanlar belli yerlere gitmeye zorlanmaktadırlar… İslam’da inanç kişilerin vicdanında, sorumluluk bireysel ve hüküm sadece Allah’a ait olmasına rağmen, kendilerini peygamberden daha yetkili sayan, Allah’ın yer yüzündeki vekilleri olduğunu iddia eden bir çok insan toplumu sürü gibi güdüyor… İslam’da, “fikri” iman esas olmakla beraber, “taklidi” iman çoktan onun önüne geçmiş durumda… İslam’da, “Dinde zorlama yoktur”, “Dinde ikrah yoktur” ilkeleri benimsenmesine rağmen, bazı belediyelerin ve mahalle kabadayılarının baskısı insanları canından bezdirecek, dinden soğutacak bir dereceye ulaşmıştır.
Hem dini, hem de toplumu kurtarmak için, 8-14. yüzyıllarda dünyaya ışık saçan İbn-i Rüştlerin, İbn-i Sinaların ve diğer değerli insanların yolunda giden erdemli düşünürlere, Abbasi Halifesi El Mansur’un Kadılık teklifini reddettiği için zindana atılan, kırbaçlanan, İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi dünya nimetlerine esir olmayan onurlu, gerçek din alimlerine ihtiyacımız var, aksi halde gerçek İslam’ı yaşamamız mümkün mü?
Türkiye, diğer İslam ülkelerinden farklı bir konumda ise, laik devlet sayesindedir. Şimdi Laikliği bırakıp Ilımlı İslam’ı yaşamaya zorlanıyoruz. Hangi Ilımlı İslam, mimarı kim, kurucusu kim? Dinin yeri insanların vicdanıdır. Bugün için bilinen en uygun yöntem laikliktir. Farkına varalım, uyanalım, kaybetmemek için bütün gücümüzü kullanalım…
Mayıs 2008