TARİHİ YORUMLAMAK

Bilebilmek ve yapabilmek

Kendi içinde bu kadar yanlışı olan bir toplum olabilir mi? Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Kurtuluş Savaşı’nı başaran, çağdaşlaşma yolunda hiç de küçümsenemeyecek mesafeler alan bu ülke, kazanımlarını koruyacak ve eksiklerini giderecektir. Yeter ki, Halk, her şeyin sahibinin kendisi olduğunun bilincine varsın; yeterli bilgi ve donanıma sahip olsun…

04 Haziran 2006, pazar günü, Hürriyet Gazetesi’nde, Murat Bardakçı’nın, “Kral’ı, Cumhuriyet hükümeti böyle, hanedan da bu şekilde karşıladı’’ başlıklı, fotoğraf ağırlıklı, ibret alınacak bir yazısı vardı. Murat Bardakçı yazısını, “Bu görüntüleri, yorumu sizlere bırakarak yan yana yayınlıyorum’’ diye bitirmiş. O görevini yapmış, bize gelince; “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az’’.

Galiba, insanın tabiatında var; bilmediği halde biliyor görünmek. Ziynet eşyasında yapıldığı gibi. Sahicisine sahip olamayınca yapayını kullanıp, etrafa sahici gibi göstermek. Yapay ile yetinmenin yanlış olduğunu sanmıyorum, imkansızlıktan kaynaklanan bir tercih ve tatmin olma meselesi. Yanlış olan, kullandığı eşyanın yapay olduğunu bildiği halde, etrafa sahici gibi gösterme çabasıdır. Bilgi de manevi bir ziynettir, herkes sahip olmak ister, ama olamaz. Bilmemek bir eksiklik; bilmediğini saklamamak dürüstlük; bilmediği halde, prestij sağlamak için, bilmiş görünmek sahtekarlıktır. Yalancılık ve sahtekarlık, bir dereceye kadar, eğitimle azaltılabilir, bir dereceye kadar cezai yaptırımlarla engellenebilirse de tamamen ortadan kaldırılamaz. Çünkü, getirisi-rantı çok fazla. Dürüst insanların, uyanık olup yalancı ve sahtekarları engellemeye çalışmaları en etkili önlemdir. Doğru bir analiz yapabilmek için bilgi-veri vazgeçilmez bir koşul olmakla beraber, sadece bilgili olmak da yeterli değildir. Dürüst olmayan bilginler, bilgisizlerden daha tehlikelidirler, çünkü çok rahatlıkla şeytanı melek diye yutturabilirler. Toplumlar, halihazır durumlarını, geçmişlerini, yaşadıkları coğrafyayı, içlerindeki ve etraflarında görünen ve görünmeyen pislikleri, mikropları, virüsleri tanımadan, onlardan kurtulmak için akılcı, gerçekçi, dirençli bir tavır sergilemeden başkalarının piyonu veya esiri olmaktan ve sömürülmekten kurtulamazlar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk Ulusu’nun siyasi, ekonomik, kültürel birçok sorunu var. Sorunların nereden kaynaklandığını bilmiyor, etrafında dolaşıyor, bir türlü asıl nedenlere ulaşamıyoruz. Bilmeyenlerin aldatılması çok kolaydır. Topluma bir Osmanlı hayranlığı pompalanıyor. Bunu yapanlar, Osmanlı sevdalısı filan da değil, onun arkasına saklanıp kendi çıkarları peşinde koşanlardır. Evet ortada altı asırlık bir Osmanlı gerçeği var. O geçmişle ilgili, yarı masal gibi, bize anlatılanları tekrarlayıp duruyoruz. Bildiklerimiz eksik ve yanlış olduğu için konuştuklarımız da eksik ve yanlış oluyor. Çoğumuz, önyargılı olarak, ya Osmanlı karşıtı ya da Osmanlı yandaşı rolüne soyunmuş durumdayız. Bölünmeye, taraf olmaya bayılırız, taraftarlığımız da, karşıtlığımız da oldukça fanatiktir. Osmanlı karşıtlığı veya yandaşlığı, Cumhuriyet karşıtlığı veya yandaşlığı ile yakından ilgilidir. Cumhuriyet karşıtları, Osmanlı’nın iflas ettiğini, kendi kendisini bitirdiğini göz ardı edip, şaşaalı dönemleri ile kıyaslayarak, Cumhuriyeti başarısız göstermeye çalışıyorlar. Cumhuriyet döneminin beceriksizlikleri olmakla beraber, Cumhuriyet’in önünde, gerçekten, aşılması çok zor olan engeller de vardı. Cumhuriyet’in amacı, sadece rejim değişikliği yaparak yeni bir devlet kurmak değildi, o kadar olsaydı, çok daha kolay olurdu. Cumhuriyet’in amacı; aynı zamanda, unutturulmuş bir benliği su yüzüne çıkarıp yeni bir ULUS yaratmaktı. Bu yüce amacın karşısındaki engelleri hatırlamak bile insanın tüylerini diken diken ediyor. Düşünün, can ve mal bakımından tükenmiş, asırlardır işlenen hurafelerin kıskacında olan bir toplum ve o toplumun uyanıp ayağa kalkmaması için, her türlü insanlık dışı yolu uygulayan, onun iliğini emen iç ve dış sömürücüler. Dünyada böyle bir ortamdan hareketle, mücadele verip başarıya ulaşmış başka bir örnek var mı?

Cumhuriyet’in sorunları ile Osmanlı’nın sorunları büyük ölçüde örtüşür, çünkü, Osmanlı’yı bitiren karanlık güçler etkinliklerini Cumhuriyet’te de sürdürmek istemektedirler. “Osmanlı” hem bir devletin, hem de o devletin kurulmasında başrolü oynayan ailenin ismidir. Osmanlı ailesinin, Osmanlı Devleti’nde çok ayrıcalıklı bir yeri olmasına rağmen, Osmanlı Devleti sadece Osmanlı ailesi demek değildir. Devletin ismi ile aile ismi aynı olunca, aile bazen hak ettiğinden daha fazla imtiyaza ve övgüye mahzar olmuş, bazen de hak ettiğinden daha fazla yergiye ve eleştiriye maruz kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin yaptığı doğru ve yanlışlarda Osmanlı Ailesi’nin payını tayin etmek gerçekten zor. Çünkü, Sultan-Padişah son sözü söyleyen kişi olmasına rağmen, her zaman kendi doğrusunu mu söyledi, yoksa öteki dinamikler ona kendi doğrularını mı söylettiler, bilmiyoruz. Osmanlı kavramının içinde; Padişah, Saray, Medrese, Şeyhülislamlık, Enderun, Yeniçeriler, Beylerbeyleri, daha sonraları Ayan… gibi kendi çapında güç sahibi dinamikler var. Bunlardan hangisinin, hangi olayda etkin olduğunu bilmesek de, 1517 yılından başlayıp, zaman içinde gücünü artırarak, Osmanlı’nın çağdaşlaşmasındaki en büyük engelin Medrese-Şeyhülislamlık olduğunu söyleyebilirim. Pozitif bilimden yoksun, dogmadan da öte hurafelerle dolu, kendi çıkarlarını ön planda tutan bu kurumların gücü bazen padişahı bile aşan bir konuma ulaşmıştır.

Osmanlı Devleti hem örfi hukuka, hem de şeriat hukukuna dayalı bir hukuk yapısına sahipti. Padişahlar, dini duygu ve kuralları zaman zaman siyasi amaçları ve şahsi çıkarları için kullanmış olsalar da, genelde yenilik karşıtı, gerici tutum içinde olmamışlardır. Gericilik, Osmanlı’nın medrese orijinli, dinci, çıkarcı kesiminden kaynaklanmaktadır. Onlar, işlerine gelmediği zaman, “Gavur Padişah” damgası vurarak, Padişahın canını ve tahtını almaktan zerre kadar çekinmemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’e gerici diyebilmek mümkün mü? III. Murat’ın aydın bilim adamlarının telkinleri ile 1575 yılında kurulmasını emrettiği rasathaneyi, 1580 yılında, Şeyhülislam Kadızade’nin “Rasat icrasının, eflakin sırlarını öğrenmeye teşebbüs mahiyetinde küstahlık olduğunu, rasathane ihdas eden devletlerin zeval bulduğunu’’ bildiren telkinleri üzerine, kendi donanmasının topları ile yerle bir ettirmesinin vebalini kime yükleyeceğiz? III. Murat’a mı, yoksa Allah adına ahkam kesen Kadızadeye mi? 1575’li yıllarda sahip olduğu rasathaneyi-teknolojiyi yürütebilseydi Osmanlı belki de yıkılmaz ve biz bugün uzayda bir yer sahibi olurduk. Abdülhamit kişisel iktidarını sürdürebilmek için İslam dinini kullanmış ama umduğunu bulamamıştır. Arap, ne ona, ne de ondan sonraki Padişahlara İslam konusunda hayat hakkı tanımamıştır. Görünen o ki, siyasi bakımdan eksik ve hatalı yanları olsa da, Padişahlar, genelde, yeniliğe, çağdaşlığa karşı değillerdi, onların elini kolunu bağlayan, İslam’ı istismar eden gerici kesimlerdi. Osmanlı hanedanının, Cumhuriyet ve Atatürk aleyhinde konuştuklarını hiç hatırlamıyorum. Toptancı bir şekilde, Osmanlı’yı yermek de övmek de yanlıştır. Osmanlı, birçok benzeri gibi, siyasi ömrünü doldurup tarihin sayfaları arasında yerini almıştır. Önemli olan, Osmanlı’yı doğru tanıyıp, ders alarak bugünün yanlışlarını düzeltmektir.

Cumhuriyet, bir yönetim sistemidir. Dikta rejimlerinin sahibi diktatörlerdi. Onlar, asırlar boyu, “çıkarlarını” “kendilerine verilmiş bir hak’’ diye çok iyi korudular. Cumhuriyet rejimlerinin sahibi halktır. Bizim Cumhuriyetimizin sahibi de bizim halkımız olmalıdır. Sanırım sorun burada başlıyor; halkımız, Cumhuriyetimizin sahibinin kendisi olduğunun ne kadar farkında? Farkında ise, Cumhuriyeti’ne sahip çıkabilmek için gerekli olan düşünce yapısına ve o düşünceleri uygulayacak donanıma, organizasyona sahip mi? Cumhuriyetimizin, temel belgesi anayasamızdır. Anayasa, toplumun kesimleri ve toplumla yönetenler arasında yapılmış bir sözleşmedir ve altında halkın onayı vardır. Etik ve yasal kurallar, tarafları sözleşmelere uymaya zorlasalar da, sözleşmelerin her zaman ihlal edilme riski vardır. Egemenliğin kaynağı olan ulus, vekillerini ve yetki verdiği kurumları denetleyebilmeli ve gerektiği zaman verdiği yetkiyi geri alabilmelidir. Eğer halk bu bilinçten yoksun ise yönetenler tarafından kandırılır ve sömürülürler. Dikta rejimlerinde halkı sömüren bir tek diktatör vardır. Doğru işlemeyen Cumhuriyetlerde ise, devleti parselleyip, halkı sömüren, yasal ve yasal olmayan birçok güç vardır. Üstelik o sömürücüler, çok zeki, bilgili, donanımlıdırlar. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, halkın refahı, devletin güvenliği, kutsal inançlar gibi doğruluğu tartışılmaz kavramları savunarak halkın gözünü boyarlar, ama halkın o kavramların nimetlerinden yararlanmasına izin vermezler. Çözüm ulusun kendisindedir.

Bizden birkaç genel örnek vermek gerekirse:

Demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü savunurken söylediği parlak sözleri dinlerken, hafızanızı yoklayıp da, daha önce söylediği; “Demokrasi bizim için bir amaç değil, bir araçtır. Biz demokrasi trenine biner, gidebileceğimiz yere kadar gider ve istediğimiz istasyonda ineriz’’ sözünü hatırlamazsanız, hayranlıktan gözleriniz yaşarır, alkışlamaktan avuçlarınız patlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) için, “Peygamber ocağı’’ diyerek onu şeriatla bütünleştirmeye çaba gösterirken, TBMM Muhafız Taburu’nun, meclis alanından çıkartılmasını ister, sesinden rahatsız olduğunu söyler. TSK’yı pasifize etmek için, dış güçlerle işbirliği yapar, Hakkari, Şemdinli olaylarını tezgahlar.

Toplumda güven yaratmak için, diğerlerinin hortumcularının peşine düşerken, (ki çok iyi yapıyor) kendi hortumcusunu korumayı bir vefa borcu sayar.

Hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi savunurken, “parti disiplini” adına, başında bulunduğu siyasi partide hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye hayat hakkı tanımaz.

Elinde bulundurduğu devletin gücünü kendi amaçlarına göre kullanmaktan çekinmez.

Oturmuş demokrasilerdeki durumu örnek gösterip, sanal-teorik bir demokrasiyi savunup, bizim demokrasimizin dayanaklarını yıkar.

Hukuk ve otorite boşluğundan yararlanıp yasa dışı işleri açıkça yapmaktan çekinmez.

Kafasındaki çağ dışı, gerici anlayışı inanç diye göstererek siyasi rejimi o temele oturmaya çalışır. Kız çocuklarını eğitimden alıkoymaktan, körpe beyinleri hurafelerle doldurmaktan çekinmez.

Dünyanın gelişmiş ülkeleri daha güçlü olmak için birleşmenin yollarını ararken, etnik ayrıcalık peşinde koşar.

“Devletin malı deniz, yemeyen domuz’’ felsefesiyle hareket eder.

Bunlar bizim gerçeklerimiz. Bunları yapanlar bizim iktidarımız, muhalefetimiz, bürokratımız, basınımız, yazar çizerlerimiz, çetelerimiz, dincilerimiz, feodal yapının sömürücüleri, bölücüler ve birçoğumuz… Korkunç bir manzara. Kendi içinde bu kadar yanlışı olan bir toplum olabilir mi? Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Kurtuluş Savaşı’nı başaran, çağdaşlaşma yolunda hiç de küçümsenemeyecek mesafeler alan bu ülke, kazanımlarını koruyacak ve eksiklerini giderecektir. Yeter ki, Halk, her şeyin sahibinin kendisi olduğunun bilincine varsın; yeterli bilgi ve donanıma sahip olsun; yetkiyi doğru insanlara versin; gerektiği zaman verdiği yetkiyi geri alma becerisine sahip olsun. Ümitliyim ve Türk Ulusu’na güveniyorum.