ÜLKEM – İLKEM

Sorun var, adı konamıyor

İlk defa söylenmiyor, geçmişte de düşünürler, yazarlar, siyasetçiler, ideologlar “Kürt Sorunu’’, “Kürt Realitesi”, “Terör Sorunu”, “Güneydoğu Sorunu”, “İnsan Hakları Sorunu” gibi tanımları kullanmışlardı. Son olarak, Başbakan R.T. Erdoğan, Diyarbakır’da ifade etti; “Kürt sorunu, başbakan olarak benim sorunumdur… Büyük Devletler geçmişleri ile yüzleşmekten korkmazlar.”

Tartışma tekrar alevlendi. Sorunun adını koyamıyoruz. Sorun büyük, sorunun birçok boyutu var ve tarafların soruna bakış açıları çok farklı. Kimse, “ayranım ekşi” demiyor. Kabahat ölende mi, öldürende mi, ikilemi yaratarak kendi tezlerin hakim kılmaya çalışıyorlar…

Başbakanın ifadesi üç farklı söylemi içeriyor.

  • “Kürt sorunu’’
  • “Sorun benim sorunum’’
  • “Büyük devletler geçmişleri ile yüzleşmekten korkmazlar’’

Teşhisi koyan başbakan olunca tartışma daha da önem kazanıyor. Susanın sonradan eleştirme hakkı olamayacağı için ben de düşündüklerimi söyleyeceğim.

“Sorun benim sorunumdur’’ sözünde, başbakana katılıyorum. Bizim devlet yapımızın en önemli ve en sorumlu kişisi Başbakandır. Yasalar çerçevesinde, devletin kurumları ile istişare ederek sorunları çözmek, en başta başbakanın yasal görevidir. Ancak bu sorun, bir teslimiyet içinde, başbakana bile bırakılamayacak kadar önemli bir devlet ve ulus sorunudur. Başbakanlar geçici, devlet ve ulus kalıcıdır. Geçmiş başbakanların uyutma siyasetleri ile Kıbrıs sorununu ne hale soktuklarını biliyoruz. Çözümsüzlüğün çözüm olmadığını ve yanlış çözümün bedelinin ulus ve devlet tarafından çok ağır bir şekilde ödendiğini yaşayarak gördük. O nedenle, hem kararlarında başbakana yardımcı olmak, hem de gözetim altında bulundurabilmek için, soruna devletin kurumları ile, ulusun örgüt ve bireyleri ile sahip çıkması gerekir.

Sorunun, birkaç kelime ile tanımlanması kolay değil. ‘’Kürt sorunu’’ denildiği zaman hemen akla şu soru geliyor; devletten kaynaklanan bir Kürt sorunu mu, yoksa Kürtlerin yarattığı bir Kürt sorunu mu? Tarihi süreç içinde, her iki ihtimale de göz atalım.

T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi ve temel ilkeleri böyle bir tanımlamaya izin vermez. Şöyle ki; T.C. Devleti, Anadolu medeniyetlerinin ve en son durak olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve kültürel etkilerini taşımakla birlikte, çağdaş uygarlığı yakalayarak, refah ve güvenlik içinde, sonsuza kadar yaşamak amacıyla kurulmuş yeni bir siyasi yapıdır, yeni bir devlettir. T.C.Devleti’nin, Osmanlı’nın devamı olduğunu ileri sürenlerin bir bölümü bilinçsizce, bir bölümü ideolojileri doğrultusunda hareket etmektedirler. Osmanlı, Sevr ile bitmiş; T.C. Devleti, Lozan Antlaşması ile doğmuştur. Bunun tartışmasını yapmak abesle iştigaldir. T.C. Devletini kuranlar, Osmanlı’nın yapısında bir kısım düzeltmeler yaparak devamını sağlamak yoluna gitmediler. Çünkü Osmanlı, hem de, Osmanlı Hanedanı mensuplarının önderliğinde, Osmanlı’yı çöküşten kurtarmak için, ıslahat, Tanzimat ve batılılaşma gibi yenileşme çabalarını göstermiş fakat başarılı olamamıştır.

T.C. Devleti, devrimle, yepyeni bir devlet olarak kurulmuştur. Şunu vurgulamak istiyorum, Osmanlı çok uluslu bir devletti. Onun içinde ‘’Kürt tebaa’’ da vardı. T.C. Devleti tek ulustan oluşmaktadır. Devletin ismi, Türkiye Cumhuriyeti, Ulusun ismi Türk’tür. Türk, bir etnik kimlik değil, T.C.Devleti kurulurken, milli sınırlar içinde bulunan bütün etnik ve inanç gruplarını kapsayan, ortak bir vatandaşlık kimliğidir.

Türk vatandaşları arasında, değişik etnik ve inanç grupları elbette vardır. Çünkü, onlar bu devlet kurulurken bu topraklarda yaşıyorlardı, kuruluşta payları ve nimetlerde hakları vardır. Ulus kavramı Fransız ihtilalinden bu yana çok farklı anlamlar kazandı. Bugün, ulus denince akla, tek etnik gruptan, tek inanç grubundan oluşan, tek dili konuşan, tornadan çıkmış tek tip insanların oluşturduğu bir topluluk gelmiyor.

Türk ulusu, kederde, kıvançta birbirinin yanında olan, refahın paylaşımında, güvenliğin ortak sağlanmasında uzlaşmış, geleceğe beraberce yürümeyi amaçlamış insanların oluşturduğu bir topluluktur. Milli sınırlar içinde yaşayan değişik bütün gruplar o topluluğun asli unsurlarıdır. ‘’Ne mutlu Türküm demek’’ kimseyi incitmez, kimseyi inkar da etmez. “Ne mutlu Türküm” demek, Osmanlı’nın “Etrak-ı bi idrak’’ diye aşağıladığı, ‘’taşralının’’ tepkisidir. O “taşralının” içinde bugün ülkemizde yaşayan bütün gruplar vardı. Bu, ortak bir tepkidir.

‘’Ne mutlu Türküm’’ demek T.C. Devleti’nin vatandaşı olmaktan gurur duyuyorum demektir. Erbakan’ın, ‘’Sen ne mutlu Türküm diyene, dersen, o da kalkar ne mutlu kürdüm diyene, der’’ diye verdiği fetva, etnik kimliklerin boş olduğunu, doğrusunun inanç kimliği, yani ‘’Ümmetçilik’’ olduğunu ileri süren, kışkırtıcı, bölücü, nifak sokucu bir harekettir. Devletin rejimini dini temellere oturtmak için her yolu meşru sayan o görüş, bu noktada Kürtleri kullanmıştır. Bizim şansızlığımız, jeopolitik konumumuz nedeniyle dış güçlerin çıkar amaçlı müdahaleleri ve içteki aymazların ideolojik saplantılarıdır. Güçlü bir Türkiye istemeyen, Sevr’deki fırsatı kaçırdığına hayıflanan dış güçler, kendi çıkarları doğrultusunda oyunu kurgulayıp sahneye sürmekte, içimizdeki aymazlar da farklı nedenlerle bu oyunun içinde yer almaktalar. Sevr’deki olumsuzlukları kabul etmemek için, bu ülke milli mücadeleyi yaptı, binlerce can verdi. Şimdi, dış güçler, ümmetçiler, Kürtler ortak bir noktada birleştiler. T.C. Devleti’nin temellerini sarsmaya ve onu başka temellere oturtmaya. Buna fırsat vereceksek yazıklar olsun bize.

T.C. Devleti’nin Türk kimliğinin yanında ne Kürt kimliği, ne de ümmet kimliği yoktur. Laik, Demokratik T.C. Devleti’nin penceresinden baktığımız zaman, sorunun tanımı ‘’Kürt sorunu’’ olamaz. ‘’Kürt sorunu’’ var demek, birilerine sırf Kürt olduğu için haksız, işlemlerin yapıldığını kabul etmek demektir. Kürtlere haksız işlemler yapılmış ise, Türkiye’deki öteki etnik ve inanç gruplarına da haksız işlemlerin yapılmış olabileceği ihtimali akla gelir. Bunları kabul etmek, bir daha haksızlık yapılmasını önlemek için, onlara bazı siyasi güvencelerin verilmesini gerektirir. Bu tür düşünce ve icraatlar, yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığım gibi, T.C.Devleti’nin kuruluş felsefesine ve temel ilkelerine aykırıdır. Devletin bunu kabul etmesi kendisini inkar etmesidir. Hangi etnik ve inanç grubundan olursa olsun, bütün vatandaşlar, haksızlıklara karşı, devletin güvencesi altında olmalıdır. Art niyetli veya sığ görüşlü yöneticiler yüzünden, Türkiye’de, yapılması gereken doğruların yapılmadığını biliyorum. Yapılmaması gereken bazı yanlışların yapıldığını da biliyorum. Temel yapı içinde kalmak koşulu ile, çağdaş bir yaklaşımla, toplumsal uzlaşma sağlanamadı. Ülkenin asli unsuru olan bazı kesimler yok sayıldı ve kültürel hakları kısıtlandı. Bunlar elbette çok yanlıştı, ama bu hataların bedeli devletin temel yapısını bozmak olamaz. .

Devletin yanlışlarından söz ederken, korkularını görmezlikten gelmek olmaz. Cumhuriyet döneminde, Kürtler defalarca devlete isyan etti ve doğal olarak, devlet bu isyanları güç kullanarak bastırdı. Tarih bilgimiz zayıf, eskileri bilmiyoruz. Şeyh Sait’in “Din elden gidiyor bahanesiyle, İngilizlere alet oluşunu bilemeyebiliriz, fakat Abdullah Öcalan- PKK felaketini ne bilmemek, ne de unutmak mümkün. Yaşadık, halen de yaşıyoruz. Abdullah Öcalan’ı kim yarattı? Bu adam bir günde mi ortaya çıktı? Yılanın başı küçükken ezilmeyip de, büyümesine kimler göz yumdu? Türkiye’deki kargaşadan, dış ve iç merkezli, kimlerin, ne tür çıkarları var? Bu soruların cevaplarını aradık mı? Bunlar gibi soruların cevabını bilmeden ne probleme doğru teşhis koyabiliriz, ne de çözüm yolları üretebiliriz.

PKK dahil, bütün Kürt isyanları dış desteklidir ve içteki, feodal yapıyı ve çıkar düzenini sürdürmek isteyenlerin eseridir… İsyanlara katılan Kürtlerin pek azı bilinçli ve ideolojik olarak hareket etmiştir. Çoğu ya, gururu okşanarak, aldatıldığı için ya zorlandığı için ya da ekonomik nedenlerle katılmışlardır. Kürtlere en büyük kötülük, pençelerinden kurtulamadıkları Kürt sömürücülerden gelmektedir. Çocukların okula gitmesini engelleyen güçleri görmek ve o güçlerin kullandığı düşünsel değerleri aşmak zorundayız. Kürtler bağımsızlık savaşını T.C. Devleti’ne karşı değil, kendilerini sömürenlere karşı vermeliler. Kürtlerin Türkiye’den kopma arzusunda olduklarına inanmıyorum. Türkiye’nin bütün nimetlerinden sınırsızca yararlanmak varken neden dar bir bölgede, kapalı bir havzada yaşamayı istesinler. Kürt sömürücülerin amacı, Türkiye içinde bölgesel otoritelerini artıran ayrıcalık kazanmaktır. Hamidiye alaylarının komutanları, subayları da Kürt idi. Bunlar anlatılmadı, bölgede demokratik düzen yerleştirilmedi. Siyasiler, Kürt vatandaşın reyini istemek için kendisine başvurmadılar, onlara egemen olan güçlerle (Şeyhler-Ağalar) işbirliği yaptılar. İsyanı, gerekirse zor kullanarak, bastırmak devletin hakkıdır, ama isyan bastırıldıktan sonra, isyanın nedenlerini bulup, sorunları çözmek de devletin görevidir.

Devletimiz hakkını kullandı, ama görevini yapmadı. Bütün bunların sorumlusu siyasetçilerdir. Unutmamak lazım ki, o siyasetçiler bu hataları işlerken devleti temsil ediyorlardı. O nedenle başbakanlar-siyasetçiler geçici, devlet ve ulus devamlıdır diyorum. Ulusun ve devletin davaya sahip çıkmasını bu nedenle istiyorum. Çağdaş kriterleri benimsemez, gerçekleri görmezsek, aynı çamura defalarca düşmeyi, bize bir kader olarak yuttururlar.

Bugün öyle bir noktaya gelindi ki, gerçek sorunun üzerine bir perde örtülüp, ‘’Kürt sorunu’’ diye eşkıya ile uzlaşma ortamı yaratılmak isteniyor. Bu kabul edilemez. Devlet adamı ateşten gömleği giymeyi göz alan kişidir. Bunun sonunda, ulusun gönlünde taht kurmak da vardır, hatalarının hesabını vermek de.

1950‘den beri, siyaseti, olabildiğince, yakından takip ediyorum, ne ulusun gönlünde taht kuran, ne de yaptığı yanlışların veya görevi yapmamanın hesabını verene rastladım. Küpünü dolduran, yedi göbek soyunun ekonomik güvencesini sağlamış olarak, izzeti ikbal ile köşesine çekiliyorlar. Ne yapsınlar,‘’Devletin malı deniz, yemeyen domuz’’. Her türlü hayvan olmaya razı olunur da, domuz olmaya razı olunmaz.

Başbakanın, ‘’Büyük devletler geçmişleri ile yüzleşmekten korkmazlar’’ söylemi; Batılıların, Ermeni konusu nedeniyle bize çok sık söyledikleri bir sözdür. Başbakan bu sözü onlara özenip söylediyse endişe ederim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, hiçbir ayrım gözetmeden, tüm vatandaşlarını bağrına basması gerekirken, bazı etnik ve inanç gruplarına haksızlık yapmış ise, bunu kendi kendisine itiraf edip, haksızlık yapılanların gönlünü alması ve bu tür hataların tekrarlanmaması için çözüm üretmesi, devlet olmanın gereğidir. Bu kapsamda Başbakana katılıyorum. Ancak bu yüzleşme, T.C. Devleti ile sınırlı olmalıdır. Kendisini Osmanlı’nın devamı havasına kaptırıp geçmişle yüzleşmeye kalkarsa, Cumhuriyet’te olmayan problemlerin varlığını da kabul etmiş olur. Bunlara Ermeni ve Kürt konuları dahildir.

R.T. Erdoğan, Başbakan olarak doğru bir misyon üstlenmiştir. Ona yardımcı olmak bir görevdir. Yeter ki;

* Bu davranışı, siyasi bir şov olmasın.

* Bu davranışı, Hocası gibi, ulusal duygular yerine ümmetçi duyguları egemen kılmayı amaçlamasın.

* Gerçekçi, bilgili ve akılcı davransın.

Dünya görüşümüz farklı olmakla beraber, ülkeye yapacağı hizmetlerde kendisini gönülden destekleyeceğim. Kandırmaya kalkarsa, en fazla yatsıya kadar aldanırım..

Sonuç olarak;

Türkiye’nin sorunları var ve Türkiye sorunlarını çözemiyor. Bunun iki sebebi var;

Birincisi; Jeopolitik konumu nedeniyle dışarıdan en çok müdahale gören ülke Türkiye’dir. Ermeni ve Kürt sorununun mimarları ABD ve AB’dir. Birinci Dünya Savaşı öncesi, Osmanlı topraklarında ne kadar Amerikan kolejli ve misyoneri vardı? Birinci Dünya Savaşı sonrası, barışa gidilen aşamada, Sevr ortamında ABD Başkanı Wilson’un çabalarının yoğunlaştığı noktalar nelerdi? Lütfen araştırın. ABD, bugün de, Kürt ve Ermeni sorununun takipçisidir. Bir prestij meselesi olduğu için, ülkesinde lobiler olduğu için ve bugünkü siyasi planlarının gereği olduğu için. AB de, benzer nedenlerle işin içindedir. Bunları bilmek ABD’ye ve AB’ye savaş açmayı gerektirmez, fakat, alınacak önlemleri doğru tespit etmeye yardımcı olur.

İkincisi; Türkiye’de bu sorunların altından kalkacak beyinler yok. Kırk yıldır ülkenin kaderine egemen olan insanları, Demirel’i, Ecevit’i, Erbakan’ı, Baykal’ı bir gözden geçirin. Bülent Ecevit, bir TV programında, şöyle demiş: ‘’ABD’nin Abdullah Öcalan’ı bize niye teslim ettiğini bilmiyorum.’’ Buyurun cenaze namazına. Acaba bir hafıza kaybı mı söz konusu? Ama, ‘’Vahdettin hain değildir’’ deme gereğini duyuyor. Acaba hidayete yeni mi erdi?

Bir Mustafa Kemal geldi, insan üstü işler yaptı ve gitti. Yaptıklarını anlayamadık bile, nerede kaldı ki, yorumlayıp çağa uyarlayabilelim.

Sorunlarımızı şu başlıklar altında toparlayabilirim;

* Devleti yanlış algılama,

* Vatandaşlık bilincinin tam oluşmaması,

* Demokrasiyi bir yaşam ve yönetim biçimi değil, ideolojik amaca götüren bir araç olarak kullanmaya kalkma,

* ‘Yürütme gücü’nün diğer ‘anayasal güçler’in alanlarında da etkili olması ve anayasal kurumların görevlerini tam yapmaması,

* Siyasetçilerin büyük bölümünün, siyasi çıkarlarını etik değerlerin önüne geçirmesi, .

* Dürüst insanların korkak-neme lazımcı, çıkarcıların pervasız olması,

* Bilgi ve bilime uzak durma, değişmez ‘’nakillere’’ boyun eğme,

* İdeolojik amaçlara ulaşmak için dış güçlerle işbirliği yapma,

* İnsan hakları veya kültürel haklar konusunda kısıtlamalar,

* Bazı kesimlerin, Devletin yapısını ve rejimin temel ilkelerini değiştirme özlemleri,

Denebilir ki; vatandaşın karnı aç, doktor-ilaç bulamıyor. Vatandaş kavramı kağıt üstünde geçerli, pratikte fazla bir anlam ifade etmiyor. Eğitimsizlik ve çağ dışı eğitim diz boyu. Köşe dönücülük, hortumculuk, kapkaçcılık günlük yaşamın bir parçası olmuş. Öncelikli olarak bu sorunlar dururken senin yukarıda saydıkların bir fanteziden ibarettir. İnancım o ki, yukarıda sıraladığım temel değerleri benimsemeden, güncel sorunları bile çözmemiz mümkün değil. Hak ve adalet kavramının anlamını bilmeyen bir kişi paylaşımın adaletinden söz edebilir mi?

Gene inancım o ki; eğer yukarıda sıraladığım temel değerleri yaşama geçirirsek, AB’nin kapısından girmek için başımızı eğip, belimizi bükmek zorunda kalmayız. Biz rahat girelim diye onlar AB kapısının ölçülerin değiştirirler.

Sorunlarımızın akşamdan sabaha çözülmesini beklemek hayal olur. Ancak, çağdaş temel değerleri benimser ve birbirimizi yemeden, bölücülük, ayrımcılık yapmadan, elbirliği ile sorunları çözmeye niyetlenirsek çözebileceğimize inanıyorum. Üç gün geç olsun, biz çile çekmeye alışmışız. Yeter ki, arabayı uçuruma yuvarlamadan yola devam edebilelim.

Niyet ve karşılıklı güven çok önemli. Bu bilinci ve iradeyi ortaya koyarsak arkası mutlaka gelecektir.

17 Ağustos 2005, Saros, Erikli sahili