YAŞAM

Yeni yıl – 2006

O an yaklaşıyor. 5, 4, 3, 2, 1, heyyy… Yeni Yıl…

Ölçemediğim kısa sürede, ölçemediğim kadar geniş bir yelpazede, birbiri ile ilgili veya ilgisiz çok şey düşünüyorum. İnsan beyni, bazen, en hızlı bilgisayardan daha hızlı çalışıyor.

Yılbaşı denmiş de, yıl sonu denmemiş. İnsanlar, biteni sevmiyor, bitenden kurtulmak istiyor. Eski yıl bitti, unut onu! Ümitler, beklentiler, planlar gelecekte yatıyor. Bununla beraber, geçmişten kaçmak, tamamen kopmak mümkün mü? Hayır, hiçbir şey sıfırdan başlamaz. Her şeyin bir öncesi, geçmişle bir bağı vardır. Sıfırdan başlatılan bir iş bile olsa, en azından, işi kuranın ve işin teknolojisinin geçmişle bağı vardır. Geçmişe özendirmek istemiyorum, gerçekten, geçmiş, geçmiştir, ama geçmiş bitmemiştir. Çünkü; geçmişte, dövünmek, övünmek veya avunmak için hatırlanmak istenen yaşanmışlar vardır. Geçmişin esiri olmak da, geçmişten tamamen kopmak istemek de bir çeşit psikolojik hastalık türlerdir. Geçmişle dengeli bir ilişki kurulmalıdır, bunun için de, mantıklı ve seçici olmak gerekir. Duygular insanın vazgeçilmez bir parçasıdır ama, duygusallık, tek başına, yaşamı idame ettirmeye yetmiyor. Vurgulamak istediğim şu; geçmişle az veya çok ilgi kurulabilir, ancak unutulmaması gereken husus; geçmişten ders almaktır. Ders kitaplarındaki gibi, nasihat kabilinden, tatsız, tuzsuz bir ifade oldu. Hayal kurmak dururken, ders almak gibi soğuk bir işle uğraşmanın ne alemi var? Hayal hoş bir duygudur, ama, gerçekçi olup, koşulları hazırlamazsanız hayal bile kuramazsınız. Yaşam çok acımasız. Doğa kuralları bütün canlılar için geçerli. Ancak, güçlü olanlar hayatta kalabiliyorlar. Ancak, aklını kullananlar güçlü olabiliyor. Güçsüzler ya ölüyor ya da kendilerini güçlülerin insafına terk ediyorlar. Dünya nüfusunun yüzde on beşi kadarının, dünya pastasının yüzde sekseni kadarını yediği bir ortamda insaftan ve insanlıktan söz edilebilirse. Duygusallığı, romantizmi, realizmi veya arzu edilen bir başka tarzı yaşayabilmek için, önce, her bakımdan, güvencede olmak gerekir. Nefesiniz yok ise borunuz ötmez…

Geçmişte de, yeni yıla girerken bir şeyler düşündüğümü biliyorum. Eğer, şimdi düşündüklerim, geçmiştekilerin bir tekrarı veya benzeri bir ezber ise, at çöpe gitsin. “İki günü eşit olan insandan’’ hayır gelmez…

Toplumumuz, on yıllarca, o kadar çok sorunla boğuştu, o sorunların altında o kadar ezildi ki, artık, ‘ne yapalım kaderim böyle imiş’ diyor. Bu yargıya vardıran, sadece sorunlar, ezilmişlik, bıkkınlık, tükenmişlik değil, bunlarla beraber, uygulanan eğitim sistemi-beyin yıkama sistemi de insanlarımızın böyle düşünmesini istiyor. Kader, tevekkül, teslimiyet, düşünmeme, sorgulamama… telkinleri. İnsanlarımız, bu çemberi kırıp da; ‘Benim günahım ne ki, kaderim kötü yazılmış olsun’ sorusunu soramamış, soruyu soramadığı için de cevabını arama çabasına girmemiştir. Halbuki, eğer kaderi kötü yazılmış olsaydı, Orta Asya bozkırlarından gelip de, bu güzel toprakları yurt edinebilir miydi? Avrupa’nın ortasından, Kafkaslar’a; Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada egemen iken, bu kazanımlarını koruyamamış olmanın nedenlerini aramak yerine, bunu kadere bağlamak hangi çağdaş düşünceye sığar? Tarihte benzeri olmayan bir hızlı yükselişin ve aynı hızla çöküşün gerçek nedenleri nelerdir? Sade vatandaşın görevi doğruları öğrenip ona göre iradesini ortaya koymaktır, doğruları söyleyecek olan ise bilim adamlarıdır. İsmi öyle de olsa, meyve vermeyen ağaç, meyve ağacı olamaz. Bilim adamalarının meyveleri de ortaya koyacakları bilimsel ürünler-bilimsel eserlerdir. Polemiğe girmek istemediğim için, kitap ve yazar ismi vermeyeceğim, zaten isimden ziyade örnek önemli. Bir vakıf tarafından desteklendiği belli olan, iddialı bir kitapta, bir profesör, yaklaşık olarak, şöyle yazıyor. “Osmanlı’ya matbaanın iki buçuk asır gibi bir gecikme ile girdiği iddiası yalandır. Matbaanın icadından takriben yirmi beş sene sonra, daha Avrupa’da matbaa kurulmamışken Osmanlı toprakları olan İzmir ve Selanik’te matbaa vardı.’’

O tarihte İzmir’de ve Selanik’te matbaa olabilir, ama o kişi, sözünü ettiği bu matbaadan kimin yararlandığını söylemiyor. Osmanlı’nın ana gövdesi olan Müslüman kesim mi, yoksa, Müslüman olmayan, bir azınlık kesim mi? Büyük yalanı, küçük gerçeğin arkasına saklayıp insanlarımızı aldatmak, bilime ve bilim adamına yakışır mı? Son zamanlarda, bazıları vefakar rollere bürünüp, mağdur olmuş Osmanlı’nın avukatlığını yapıyorlar. Amaçları para kazanmak. Osmanlı ihtişamı ile, güzellikleri ile, yanlışları ile, sıkıntılarıyla ömrünü tamamlamış bir siyasi yapıdır. O bir ortak geçmiştir. Onu övmek veya yermek bize bir şey kazandırmaz, önemli olan, önyargılardan ve çıkar hesaplarından uzak, Osmanlı’yı doğru tanıyıp, niçin yükseldiğinin ve niçin çöktüğünün nedenlerini ortaya çıkarmaktır. Çünkü; bugün yaşadığımız sıkıntıların büyük bölümü, aynı zamanda, Osmanlı’nın çöküşünün nedenleridir. Cumhuriyet’i yıpratmak için, Osmanlı’nın son dönemlerini, ihtişamlı dönemleri gibi, güzel göstermek isteyenler etik değerlerden yoksun kişilerdir. Cumhuriyet, arzu ettiğimiz noktaya gelemedi, ancak bu Cumhuriyet’in kabahati değil, yönetenlerin beceriksizliği veya kasıtlı hareketlerinin sonucudur.

Osmanlı, hem bir hanedanın ve hem de bir İmparatorluğun ismidir. ‘Osmanlı’ sözcüğünü hanedan olarak kullandığımız zaman ifade etmek istediğimiz anlamı tam olarak kapsıyor. Ancak imparatorluktan, ‘Osmanlı’ diye söz ettiğimiz zaman yanılgıya düşebiliriz. İmparatorluk, bir buz dağı gibidir. Osmanlı, suyun üstünde gördüğümüz kısımdır. Zaman içinde farklı dinamikler (örneğin; Ayan) sahneye çıkmış olmakla beraber, çok genel bir çerçeve ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi şu unsurlardan oluşmaktaydı.

*Padişah; Saray-Hanedan- Padişah anaları – Padişah kadınları-Harem

*Sadrazam; Enderun-Saray Okulu-Devşirme okulu, Vezirler, Kapı Kulları

*Şeyhülislam; Fetva Mercii-Medrese-Din Okulu-Adalet sistemi-Kazaskerler-Kadılar-Tarikatlar

*Yeniçeri Ağası; Yeniçeriler, halk içinde eğitilmiş devşirme çocukları.

*Anadolu ve Rumeli Beylerbeyleri-Tımarlı Sipahiler-Uç Beyleri

Genelde, Padişahın, bütün bu dinamiklere, tereddütsüz egemen bir konumda olduğunu sanırız. Bazen evet, ama çok defa öyle değil. Padişah olmak için de, padişahlığını sürdürebilmek için de, Padişahların, bu güçlerin desteğine ihtiyaçları vardı. Bu dinamikler arasındaki dengeyi korumak, bazen, dış düşmanı yenmekten daha zor bir işti. Aksi halde, ya, ‘’istemezük’’ nidalarıyla ya da ‘’Gavur Padişah’’ damgası ile tahttan uzaklaştırılır ve acı sonla yüz yüze gelirlerdi. Osmanlı’nın yükselme ve çöküş dönemlerinde, bu dinamiklerden hangisinin ötekilerden daha güçlü, Padişah üzerinde daha etkin olduğunu doğru tespit etmeden yükselişin ve çöküşün gerçek nedenlerini bulamayız. 1517’li yıllar Avrupa’da ve Osmanlı’da, farklı açılardan, önem taşır. Avrupa’da Martin Luther’in-Aydınların mücadelesinin başarıya ulaştığı yıllardır. Perdelerin aralanıp, Ortaçağ karanlığının aydınlıkla boğulduğu yıllar. Osmanlı’da ise, Mısır’dan getirilen Arap İslam uleması tarafından Medresenin yeniden şekillendirilmeye başlandığı, Anadolu aydınlığına karşı perdelerin kapanmaya başladığı yıllardır. Uzun yıllar, Yavuz’un Mısır seferinden, kutsal emanetlerle beraber, sembolik bir halifeyi getirdiğini bilirdim, sonra öğrendim ki, getirilenler arasında, eşari ekolüne mensup yüzlerce Arap İslam alimi de varmış. Ey bilim adamları, bilmediklerimiz sadece bizim günahımız değil, aynı zamanda, sizin günahınızdır. Bu ve benzeri gerçekleri bilmiyorsanız nasıl bilim adamısınız, biliyor da saklıyorsanız nasıl insansınız? Ciddi tarih kitaplarımız bile yok. Sarıldıklarımız ya eksik ya da ideolojik. Osmanlı’nın, hızlı yükselişinde de, hızlı çöküşünde de yüzlerce neden var. Bunların her biri, kendi çapında doğru ve önemli nedenlerdir. Genel olarak, deniyor ki; Osmanlı’nın çöküş nedenlerinin en önemlisi; değişimi göremedi, değişimi yakalayamadı, değişemedi. Evet, Osmanlı değişemediği için, çağı yakalayamadığı için çöktü, doğru, ama bu bir sonuçtur. Bu sonucu doğuran sebep-sebepler olmalı. Bunlar bilinmiyor mu, yoksa söylenmiyor mu?.. Osmanlı, yükselme sürecinde iyi görüyordu da, çöküş sürecinde görme gücünü niye yitirdi? Mecazi anlamda, biyolojik olarak, gözlerine katarakt mı geldi, yoksa ideolojik olarak gözünün önüne perde mi çekildi? Perdeyi çekip, İmparatorluğu karartan, yukarıdaki dinamiklerden hangisidir? Türk halkı bunu çok iyi anlayıp, aklın icabını yapmazsa, elindekileri de kaybeder. Aslında o neden açıkça görünüyor, o kendisini saklamıyor, ama biz onu görmek istemiyoruz. Matbaayı engelleyen, kendi parası ile kurduğu, zamanına göre ileri derecede gelişmiş, Tophane Rasathanesi’ni kendi donanmasının topları ile yıkan, aydınlık Padişahların ve devlet adamlarının değişim-yenileşme hareketlerini engelleyen o karanlık güçlerdir. Biz bunları görmüyorsak, görmek istemiyorsak bize kim yardım edebilir? Avrupa, Ortaçağ’ın karanlığından kurtulup, aydınlık dünyaya açılırken, biz aydınlıktan korkup, karanlıkta kendimizi saklamaya çalışıyoruz. Avrupa “laik’’ olmakla dinini terk etmedi, inancını vicdanında saklıyor ama dünya işine karıştırmıyor. Biz ne yapıyoruz; inancımızın siyasetin ve çıkarın çirkin ellerinde malzeme olarak kullanılmasına göz yumuyoruz. Gerçek “laikler’’, bir taraftan, uzayda at oynatırken, diğer taraftan, nimetlerinden daha uzun süreli yararlanmak için, dünyaya yeni bir düzen vermeye çalışıyorlar. Bize uygun gördükleri görev ise, “ılımlı İslam’’ rolü oynamak. Bizimkiler bundan çok mutlu, çünkü, yıllardır, tek başlarına, silip atamadıkları, Atatürk’ün bu ülkeye getirmek istediği kazanımları, yabancıların desteği ile silip süpürüyorlar…

Sorunlarımız çok. Siyasi rejimimizi oturtamadık. Hukuk Devleti olamadık. Ekonomi bıçak sırtında. Etnik ve İnanç ayrımcılığını aşamadık. Devletin malı deniz yemeyen domuz, anlayışını yıkamadık. Yağmacılık-hortumculukta sadece aktörler değişiyor. Bizi biz soyuyoruz. AB’ye girmek hedefimiz, ama onunla olan sorunlarımızı bir türlü çözemiyoruz. ABD ile iyi ilişkiler içinde değiliz. Komşularımızla ilgili kırmızı çizgiler çiziyoruz, kimse ciddiye almıyor. Eğitim sistemi çağa hiç yakışmayacak, toplumu hızla karanlığa sürükleyecek bir formatta. Bu tür sorunların bir tanesi bile, bir devletin başını, büyük ölçüde, ağrıtacak boyutta iken, biz bunların tümü ile nasıl baş edeceğiz bilemiyorum. 2006 yılında, bizi bekleyen bir başka sorun daha var. Aslında, sorun olmaması gerekir, demokrasinin icabı, normal bir konu, fakat bizim için bir saatli bomba gibi. Cumhurbaşkanlığı seçimi. AKP, yüzde 25’lik fiili, yüzde 33’lük itibari oyla TBMM’de yüzde 67 gibi bir güce sahip. Bu güçle çok şey yapabilir. Nitekim üç yıl içinde çok önemli bir kadrolaşma hareketini de başardı. Eğer 2006 yılı sonbaharında bir erken seçime gidilmez, bu meclisle Cumhurbaşkanı seçilir ve çoğunluğun içine sindiremediği birisi Cumhurbaşkanlığı köşküne çıkarsa, Türkiye’de beklenmedik çalkantılar olabilir. Dilerim ki, sağduyulu davranırlar.

2006’ya girerken aklımdan geçenlerin bir kısmını yazıya döktüm. Yeni yılda herkese sağlık, huzur ve ulusumuza “aydınlık bir gelecek” diliyorum.