KÖŞE TAŞLARI

Osmanlı III

Osmanlı’da kul kimdi? Harem neydi, orada neler olurdu? Kafeste şehzade, kardeş katli ne demekti? Kavramların izinde Osmanlı’nın geleneklerini inceliyor, üç büyük sultan; Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin dönemlerine uzanıyoruz.

Osmanlı’da bazı süreçleri ve kesitleri ele aldığımız bir önceki yazımızda padişah analarından ve soy kavramından bahsetmiştik. Bu defa kardeş katli, harem gibi daha farklı ve hep tartışılmış, merak uyandırmış kavram olguları ele alacağız.

Kul

Saray’ın olağanüstü gücünü, mutlakıyetini sağlayan mekanizmanın önde gelen etkeni kul sistemidir. Osmanlı’da ulema dışındaki bütün yöneticiler kul statüsünde idiler. Kul, kamu

kölesi, devlet kölesi demektir. Padişah bunları direkt idam ettirebiliyor. Zaman zaman Şeyhülislam’dan fetva alınmıştır, ama şart görülmediği örnekleriyle ortadadır.. Sadrazamlar ve diğer erkan da bu konumda idiler. Kul olmanın bir diğer sonucu, mallarının müsadere edilmesidir. Böylece saray dışında büyük bir servet birikimi önlenir. Padişahlar 44 sadrazam veya başvezirin kellesini almıştır, varın daha küçükleri hesaplayın.

Servet

Saray dışındaki merkezlerde ve kişilerde, saray gücünün karşısında, ona rakip olabilecek, ekonomik bir güç oluşmasın diye, servet birikimine müsaade edilmezdi.

Kardeş Katli

Muhtemeldir ki, eski Türklerde de, diğer toplumlarda da, varlığın parçalanmaması, yönetime rakip oluşmaması için, benzer uygulamalar vardır, ancak başka hiçbir toplumda, Kardeş Katli Osmanlı’daki kadar büyük boyutlara ulaşmamıştır. Devlete başkaldıran, devleti parçalamaya kalkan kim olursa olsun gereken cezaya çarptırılması, bugünkü anlayışa da uygun. Osmanlı’daki uygulama çok farklı, tahta çıkan Sultan, öyle bir tutum içine girmemiş olsa bile, günahsız kardeşlerini acımasızca, öldürtmüştür. Fatih Sultan Mehmet, bir fermanla bunu yasalaştırmış ve kendisi beşikteki kardeşini boğdurmuştur.

Harem

Başlangıçta Osmanlı’da nikahlı eş usulü bulunsa da, sonra Harem oluşturulmuş, cariyelerle nikahsız yaşanmıştır. Kanuni’nin Hürrem’le nikah yaptığını okudum. Bu Hürrem’in Kanuni üzerindeki etkisinin önemli bir göstergesidir. Hürrem, Kanuniye öz oğlunun canını aldıracak kadar hükmetmiştir. Harem’e başlangıçta Türk cariye alınıyordu, bir dönemden itibaren alınmamaya başlandı. Bu da Osmanlı’nın Türk’e karşı tutumunun bir başka göstergesidir.

Şehzadeleri Kafese Koymak

Şehzadeler bir dönem, “Sancak Beyi” olarak atanmışlar, daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiş, Şehzadelere kafes arkasında, yaldızlı bir hapishane hayatı yaşatılmıştır. Bu hayatı yaşayanların ruhi durumlarını, eğitimlerini düşünün, sonra padişah olacak ve devleti yönetecekler.

Padişah Kızları ve Kız kardeşleri

Evlenme yoluyla iktidara bir tehdit oluşturabilirler diye daima üst düzey bir “Kul” yöneticiyle evlendirilmişler, kul statüsünde olmadıkları için Ulema ile evlendirilmemişler. Kul damatlardan, önce Makbul, sonra Maktul İbrahim Paşa, Rüstem Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa tipik örneklerdir. İslami kurallara göre, koca karısını tek taraflı boşayabiliyor, fakat kadının kocasını boşama hakkı yok. Neye dayandırılıyorsa, padişah kızları ve kız kardeşleri kocalarını boşama yetkisine sahipler. Örfi hukukla istendiği gibi oynandığını okuyoruz, ama şeri hukukla nasıl oynanabiliyor, aklım ermiyor.

Başkalarıyla araya mesafe koyma

Mutlakıyeti pekiştirmenin yöntemlerinden biri de Padişah ile diğer insanlar arasına mesafe koymaktır. Fatih Sultan Mehmet tarafından yerleştirilen iki uygulama var. Padişahın tek başına yemek yemesi. Padişah’ın “Divan-ı Hümayun” başkanlığından çekilip, kafes arkasından izlemesi.

Padişahın kutsallaştırılması

Padişahlar adeta kutsallaştırılmışlardı. Halife bile olsa, “Allah’ın yerdeki gölgesi” tabirinin kullanılmasını, cuma namazında seccadesinin kontrolü, kesilen saçlarının ve tırnaklarının özel yöntemlerle, özel yerlerde saklanmasıyla ilgili yazıları okuduğumda çok şaşırmışımdır.

Güç merkezi saray

Saray, askeri açıdan, mali açıdan, devlet yöneticilerinin eğitimi açısından, sanat ve düşünce açısından güç merkeziydi. Saray dışında hiçbir etkinliğe olumlu bakılmaması, doğal değişime, düşüncenin gelişimine karşı, özellikle düşüncenin halka ulaşmasına karşı konulmuştur. Osmanlı yönetiminin devlet olarak halkın eğitilmesi için gösterdiği hiçbir çabayı okumadım, duymadım. Halk, ya kendi başına sahipsiz bırakılmış ya da tarikatların, cemaatlerin, ağaların eline terk edilmiştir. Halkın yönetim ve ekonomik yönden sıkıntı çekmesi hatta ezilmesi hiç önemli değildi. Aslında bugün anladığımız anlamdadevlet” anlayışı da yoktu, yapılan her şey Saray/Hanedan hedefliydi. Tabii yapılanlara dini gerekçeler bulmak asla ihmal edilmemişti.

Osmanlı halkı yasal tebaa idi, eli kolu bağlı idi, bugünkü insanlarımız yasal vatandaş, yasal hakları var. Etrafınızı gözlemleyin, bugünkü insanlarımızın ne kadarı vatandaş gibi haklarını kullanıyor, ne kadarı ya bilinçsiz ya da “ağabeylerin-ablaların” kontrolünde, yasa dışı odakların güdümünde tebaadır? Bilgi eksikliği, cehalet temel etken olmakla beraber, bunların elini kolunu bağlayan başka etkenler var, doğru tespit edip ortadan kaldırmak lazım.

Çare katletmek mi?

Osman Bey’in, bir toplantıda amcasını okla vurup, öldürdüğünü kitaplar yazıyor. Siyasi olarak, aralarında görüş farkı olabilir, biri haklı biri haksız olabilir, birinin tasfiye edilmesi de gerekebilir, ancak çözüm, birinin diğerini öldürmesi değil, kararı kültürel ve hukuki temele dayalı, tarafsız, bilgili, yetkili ve çıkarı olmayan bir kurul vermeliydi.

Siyasette, maddi konularda iniş ve çıkışlar hep yaşanıyor; bir bedel ödense bile telafisi mümkün. Kültürel yapı çok farklı bir olgudur. Bu alandaki bozulmaların nerelere varacağı, ne kadar bir zamanı etkileyeceği ölçülemez, tahribatı da onarılamaz. Kültürel güç ruhsaldır, ahlakidir, dayanışmayı, paylaşmayı gerektirir, toplumu temelden ilgilendirir. Osmanlı Padişahları devlet gücüne ve toplumsal bütün güçlere egemendiler, sorgusuz sualsiz kullanmışlardır. Bu durum erdemli kişilerin ellerinde bir avantaj yaratabilir ama eksik, yanlış özellikle kötü ellerde korkunç bir tehlikedir, onarılamaz acılara, altından kalkılamaz tahribata ve kimliğin bozulmasına varan kötü sonuçlar yaratabilir. Kontrolsüz, denetimsiz güç, felaketin kaynağıdır. Osmanlının kayıplarının bir nedeni de elindeki gücün devlet geleneklerine, örf ve adetlere aykırı olarak kullanılmasıdır.

Devşirme Sistemi

Osmanlı, “Devşirme Sistemi”ni hayata geçirdi, daimi ordu olarak Yeniçeri Ocağını kurdu. Zaman içinde, devşirmeler, yönetimde Padişahtan sonraki en üst düzeylere kadar çıktılar, her kademede etkinlikleri çok arttı. Devşirme sistemi, toptan doğru veya toptan yanlış diye nitelenemez, Yeniçeri Ocağı, uzun süre Osmanlı’nın gücünün orta direğiyken, gün geldi Osmanlı’nın en büyük sorunu oldu. Niye?

Yeniçeri Ocağının bozulmasının farklı nedenleri de olabilir, ama temel neden, Osmanlı Sultanlarının, Osmanlı Şehzadelerinin, babalarına, kardeşlerine veya oğullarına karşı Yeniçeri Ocağını kullanmak için, onlara “ulufe” adı altında açıkça rüşvet vermeleri ve kuruma amaç dışı, kriterlere uymayan adamlarını kuruma yerleştirmeleridir.

Yukarıda kısaca söz ettim, Anadolu’da var olan, “Ahilik” felsefesi, esnaf ve sanatkarlar sistemi, Osmanlı’ya karşı güç oluşmasından korkulup da, kökten yok edilmek yerine, varsa yanlışları düzeltilip çağa uydurulsaydı, Osmanlı sadece “haraca” bağlı kalmaz, ileri bir üretim toplumu olabilir, kuvvetli bir ekonomiye sahip olabilirdi. Batıdan sistem kopya etmeye çalışmak yerine onlara örnek bile olabilirdik. Osmanlı’nın zayıflaması, çökmesi tek bir nedene bağlanamaz, ancak önde gelen nedenlerden birisi sanayi devrimini gerçekleştirememesi, toplumsal ekonomik bir güce sahip olmamasıdır.

Fetret Devri

1402’de Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşında Timur’a yenilmesi, Osmanlı’nın uzun bir Fetret Dönemi yaşamasına neden olmuştur. Bu dönemde yaşanan bir olaya dikkat çekeceğim.

Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin (1359-1420), hem dini alanda çok bilgili, hem de sosyal alanda gelmiş geçmiş devrimcilerin önde gelenlerinden biridir. Ailesi devrinin sözü geçen, köklü bir Türk ailesidir, Osmanlı’nın bağımsızlık sembollerinin, Selçuklu’dan Osmanlı’ya bu ailenin eliyle ulaştırıldığı yazılı.

Şeyh Bedrettin şöyle söylüyor; “Toplumlar hep tarihi devrimlere maruz kalıyor, yani güçlü, zayıfı yeniyor, yenilenin siyasi yapısı, toplumsal yapısı ya tamamen ortadan kalkıyor ya da param parça oluyor, kültürel olarak bitiyor. Bunu önlemek için, devletler, toplumlar, doğal değişime uyum içinde, değişimlerini mutlaka gerçekleştirmeliler ve güçlenmeliler. Yönetim ile halk arasındaki ilişki mutlaka çağdaş koşullarına uygun olmalı. Mevcut durumda, halk köle, ekonomik yönden çok perişan, yönetim çok acımasız, bu koşulları değiştirecek devrimler yapılmalı. Toprak ekenin, ağaç dikenin olmalıdır. Yönetimin her şeyin sahibi olması, halkın perişan olması, ezilmesi, kabul edilemez. İnsanlar arasında, yarin yanağından gayri, her yerde, her şeyde beraber olunmalı, her şey paylaşılmalı.”

Şeyh Bedrettin’in görüşleri, henüz Batı dünyasında bile dile getirilmiyor. Onu bu eyleme götüren etki, halkın durumunun çok kötü olması, ezilmesidir. Taraftarları, ağırlıklı olarak, Türkmen Aleviler olmakla beraber, aynı ortamda yaşayan, Hristiyanlar ve Yahudiler de ona katılınca, geniş, güçlü bir taraftar grubu oluştu.

Bu sırada, Osmanlı’da Fetret Dönemi yaşanıyor, Yıldırım Beyazıt’ın iki oğlu, Mehmet Çelebi ile Musa Çelebi iktidarı ele geçirmek için savaşıyorlardı. Musa Çelebi, Şeyh Bedrettin’in görüşlerini beğenerek kendi yanında yer almasını istedi, Şeyh Bedrettin Musa Çelebi’nin başveziri oldu. Mücadeleyi Mehmet Çelebi kazanınca Şeyh Bedrettin Balkanlar’a, Deliorman’a kaçtı. Mehmet Çelebi Şeyh Bedrettin’i yakalatıp, Serez’de bir ağaca astırarak idam etti.

Hayal o ki;

Osmanlı’daki kardeş kavgasını Musa Çelebi kazansaydı, Şeyh Bedrettin’in düşüncelerini yaşama geçirseydi, bugün Batı’dan almaya çalıştığımız toplumsal ve ekonomik düzeni onlardan önce biz yaşama geçirmiş olabilir miydik? Mehmet Çelebi, siyasi nedenle canını aldığı bu değerli insanın, bu ileri devrimcinin düşüncelerini yaşama geçirseydi, acaba Osmanlı nerede olurdu? Örnekler gösteriyor ki, Osmanlı’da yönetime gelenler kesinlikle ilerici, değişimci, çağı yakalama amaçlı hareket etmiyor, aksine ileri derecede tutucu, Hanedan’ın imtiyazlarının korunmasından başka hedefleri yok. Gerçek yaşamda halkın ihtiyaçlarıyla, hanedanın istekleri temelde ters düşüyor, adil, insancıl bir paylaşım yok. Osmanlı’nın kendi bünyesinde yaptığı kırıp dökmeleri, yakıp yıkmaları devleti korumak için yaptığını göstermek isteyen kesime hiç katılmıyorum, devleti değil, saltanatını korumak için yapmıştır. Öyle örnekleri var ki, saltanatının korumasına yardımcı olmaları için yabancılara bile devletten büyük tavizler vermişler.

Osmanlı sürecinin içinde çok zayıf, aciz, çalkantılı uzun dönemler bulunuyor. Hem en güçlü, hem de en kırılgan dönemlerin Fatih, Yavuz ve Kanuni Süleyman dönemleri olduğunu değerlendiriyorum. Güç ve ihtişam içindeki bu Sultanların kendilerine özgü düşüncelerine, yaşanan kırılganlıklara dikkat çekmek istiyorum.

Fatih dönemi;

14 yaşındaki bir çocuğun tahta çıkışını fırsat bilen Balkan devletleri, Osmanlı’ya karşı bir Haçlı hareketi hazırlığına girince, tehlikeyi gören, başvezir Çandarlı Halil Paşa’nın baskısıyla 2. Murat tekrar tahta döndü, 2. Kosova Zaferi’yle Osmanlı’yı Haçlı tehlikesinden kurtardı. Tahtı bırakmak zorunda kalan 2. Mehmet, Manisa’da, yedi sene, endişe, korku ve hırs içinde, tekrar tahta dönmek için, babasının ölümünü bekledi. Yanında bulundurduğu devşirme Zağnos Paşa’nın bu süre içinde 2. Mehmet’e ne tür telkinlerde bulunduğu incelenmeye değer.

1451’de 2. Mehmet 21 yaşında tekrar tahta çıktı, baba yadigarı başvezir Çandarlı Halil Paşa’yı yerinde bıraktı. 1453’de, 2. Mehmet, İstanbul’u fethederek, maddi bir korkuluk haline gelmiş olan Bizans’ın siyasi varlığını tarih sahnesinden sildi. Bu zaferin, dini, kültürel ve ruhsal sonuçları askeri boyutundan daha kapsamlıdır. Orta Çağ kapanıp, Yeni Çağ başladı. İkinci Mehmet, Fatih unvanını kazandı. Osmanlı devleti imparatorluk oldu.

Hristiyan dünyasının Roma merkezli Katolikleriyle, Doğu Roma merkezli Ortodoksları kendi aralarında büyük zıtlık, hatta düşmanlık yaşıyorlardı. Haçlı Seferleri sırasında, misafir edilen Latinler, Bizans’a korkunç zararlar vermişlerdi. O kadar ki, Osmanlı’ya karşı önlemlerin konuşulduğu bir toplantıda, Bizans İmparatoru’nun, “Bizans’ta Latin-Katolik kalpakları görmek yerine, Osmanlı sarığını görmeyi yeğlerim” benzerinde bir söz sarf ettiği yazılı.

Ortodoks dininin merkezinin Türklerin-Müslümanların eline geçmesi Hıristiyan dünyasında şiddetli bir deprem etkisi yarattı. Uyandılar, yeni düşüncelere bağlandılar, Yeni Çağ’ın kapısını araladılar. Orta Çağ’ın dogmalarından silkinip, akılcı bir yola girdiler, aralarındaki sorunları rafa kaldırıp, Osmanlı’ya ve İslam’a karşı güçlü bir ittifak oluşturdular. Başta Papa olmak üzere Hristiyan dünyasının tümü, Osmanlı’ya cephe aldı. Dış tehlike bakımından Osmanlı açısından çok önemli bir değişimdir.

İstanbul’un fethinden hemen sonra, Fatih Sultan Mehmet başveziri Çandarlı Halil Paşa’yı önce zindana attırdı, sonra idam ettirip, yerine Manisa’dan beri yanında bulundurduğu Devşirme Zağnos Paşa’yı başvezir yaptı. Bu olay Osmanlı’nın bünyesinde çok önemli kültürel ve siyasi değişimdir!

Çandarlı Halil Paşa’nın İstanbul’un fethine karşı olduğu yazılı, fakat karşı olma sebebi açıkça söylenmiyor. Belki Hristiyan dünyasının Osmanlı’ya cephe almasından korktu, belki Bizans’ı başka yöntemlerle Osmanlı’ya bağlamayı öngördü. Bazı kayıtlarda Çandarlı’nın Bizans’tan rüşvet aldığı için karşı çıktığı söyleniyor. Tam bilmediğim bir şeyin aksini iddia etmem, ancak tarihe meraklı biri olarak bu iddia bana inandırıcı gelmiyor. Fatih, büyük, güçlü, ön görüsü kuvvetli bir sultan… Kimse kolay kolay ona karşı görüş sunamaz, Çandarlı bunu yaptıysa önemli bir nedeni olmalı. Çandarlı ailesi üç nesil Osmanlı sultanlarına vezirlik yapmış, Osmanlı’dan sonra en varlıklı ailedir. Bu kadar maddi servete ve siyasi itibara sahip, kültürüne bağlı, kişilikli birinin Bizans’tan rüşvet alacak kadar küçüleceğine ihtimal veremiyorum.

Çandarlı Halil Paşa Osmanlı’ya sadık olmasaydı, Osmanlı varlığının bir çocuğun elinde, Batı güçlerine yem olmasından endişe edip, Osmanlı’nın devamını sağlamak için, babayı tekrar tahta çağırmazdı. Eğer Osmanlı’ya sadık olmasaydı, dış güçlerle iş birliği yapıp, Osmanlı’nın yerine Çandarlı’yı geçirmeyi bile düşünebilirdi. Deseler ki; 2. Mehmet, tahtı babasına terk etmek zorunda kalıp, yedi sene endişe içinde, tekrar sultan olmak için beklemesinin sorumlusu olarak gördüğü Çandarlı’dan intikam aldı, olabilir derim. Deseler ki; Fatih, Çandarlı ailesinin çok güçlendiğini görüp, Osmanlı’ya rakip olmasından endişe ettiği için bu aileyi tasfiye etti, olabilir derim. Deseler ki; Devşirme Zağnos Paşa yedi sene boyunca, Çandarlı’yı tasfiye edip yerine geçmek için, İkinci Mehmet’in beynini yıkadı, olabilir derim..

Ama rüşvet iddiası doğru olsa bile, bunu kanıtlayan sağlam bilgilere ulaşıncaya kadar, Çandarlı’nın Bizans’tan rüşvet aldığı için İstanbul’un fethine karşı çıktığı iddiasına inanmam çok zor. Bir amaç için, yalan söylemek, iftira etmek, tuzak kurmak, o kişilerin ağzından sahte mektuplar yazdırmak her devirde Osmanlı’da kullanılmış yöntemdir.

Sebebi ne olursa olsun, Çandarlı’nın tasfiye edilmesi, Osmanlı’da çok önemli bir dönüm noktasıdır.

Bir daha Türkmenler başvezir olmadı

Akla şu soru geliyor, Çandarlı Halil Paşa mı tasfiye edildi, yoksa Çandarlı ailesinin mensubu olduğu Türkler-Türkmenler mi tasfiye edildi? Eğer Çandarlı ailesinin mensup olduğu Türk-Türkmen kesimi tasfiye etmek için yapıldıysa, büyük çapta bir kültürel değişimin başlangıcı demektir. Bu olaydan sonra, Osmanlı yönetiminde Türkler-Türkmenler bir daha başvezirlik konumuna hiç getirilmedi. Osmanlı yönetiminde, hep devşirmeler egemen oldu. “Makbul-Maktul” İbrahim Paşa’nın, yabancı temsilciyle görüşürken, “Sultan Süleyman benim onayımı almadan hiçbir adım atmaz” benzeri bir ifade kullandığını kitaplar yazıyor.

Kim olursa olsun, hatalı kişinin devletten tasfiye edilmesi çok doğaldır, fakat ister korku ve vesvese nedeniyle, isterse devşirmeler tarafından aldatılarak, Türklerin, Türkmenlerin Osmanlı’dan tasfiye edilmesi, Türklüğe ihanettir, aslını inkar etmektir!

Devşirmelerin tümden iyi veya tümden kötü olduklarını söylemek mümkün değil. İçlerinde Osmanlıya büyük hizmetleri olanlar da var, hain olan da var. Sokullu Mehmet Paşa’yı inceleyin, büyük hizmetleri var ama perdeyi kaldırırsanız siyasette ne dolaplar çevirdiğini, kendi ailesine, kendi soyuna ne kadar katkıda bulunduğunu görürsünüz.   Mesele gerçekleri görmek, doğrunun, yanlışın ayırdına varmak, ders alabilmektir. Kültürel bozulma çok vahimdir.

Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı’nın en gizemli Padişahı olduğunu düşünüyorum. Gizemli diye nitelememin nedeni bazı işleri niçin yaptığının ve kafasında yapmak istediği daha neler olduğunun tam bilinmemesidir. Son seferinin hedefini ifade eden bir yazıya rastlamadım. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı’da yeni bir omurga oluşturmak istemiş olabilir. Ancak bu omurga onun kafasında bile ne kadar şekillenmişti, ne kadar arayış içindeydi, bilinmez. Hedefini herkese açıklamaması çok doğal, ancak en yakınındakilere bile sızdırmaması, doğru anlaşılıp, kabul göreceğinden endişe ettiği için mi, yoksa, çevresine hiç güvenmediği için mi? Oğlu, torunu dahil takipçilerinin onun yolundan gitmedikleri biliniyor ama acaba onu anlamadıkları için mi, yoksa anlayıp da doğru bulmadıkları veya o yükü taşıyamayacakları için mi?

Fatih Sultan Mehmet;

İstanbul’u fethetti, dünyaya çağ atlattı.

Çandarlı Halil Paşa görünümünde, Türkleri-Türkmenleri Osmanlı’dan tasfiye etti.     Döneminde, İslam’da “Akıl” ve “Nakil” münazarası… Nakilci görüşü savunan tarafa akılcılığı savunan taraftan daha büyük ödül verdi. Aslında Fatih, akıllı, bilim taraftarı bir kişi, bu yaptığı kendi düşünce yapısıyla bağdaşmıyor. Neden böyle yaptı, sorusunun cevabı net bilinmiyor, acaba siyasi bir yaklaşım mı? Nakilci kesimin desteğini kazanmak için mi, yaptı? Şu bir gerçek ki, nakilciler bu davranışıyla Fatih’in nakilcilerin yanında olduğunu öne sürmüş ve büyük güç kazanmışlardır.

Fatihin bir kitap kurdu olduğu biliniyor; Fatih döneminde Medrese ve Enderun Eğitiminde, Osmanlı’nın hiçbir döneminde olmadığı kadar, İslami bilimlerin yanında pozitif bilimlere de yer verilmiştir.

Merhamet bir tarafta, kardeş katli diğer tarafta

Fatih, İstanbul’dan ayrılan Rum Ortodoks Patriğini geri getirtti, Rum Ortodoks Kilisesi’ni İstanbul’da muhafaza etti ve Rumlara İstanbul’da yaşama güvencesini verdi.

Ortodoks Bizans’ın İstanbul’a sokmadığı Ermeni Patrikhanesi’ni Bursa’dan İstanbul’a taşıttı. Dinlere bakış açısının bir göstergesi olduğunu ve İstanbul’u tek bir inancın ve kültürün değil, inançların ve kültürlerin merkezi yapmak istediğini düşünüyorum.

Fatih’in bazı belgelere, Doğu Roma İmparatoru namıyla imza attığı söyleniyor. Demek ki, kendisini Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisi sayıyor. Papa’nın, Fatih’e, “Hristiyanlığı kabul et, gel, Roma tahtına otur” gibi bir teklif yaptığı söyleniyor.

Fatih, “Nizamı alem için, kardeş katli vaciptir” fermanını yayınladı. Tanıyabildiğim Fatih’in evrensel kültür anlayışıyla bağdaştıramıyorum. Fatih, o anda “Nizamı aleme” bir tehdidi mümkün olmayan, beşikteki üvey kardeşini boğdurtuyor. Anlayamıyorum, ona yakıştıramıyorum.

Tezatlar ülkesi

Fatih, İslam’ın özüne değil, bir kısım Müslümanların yorumuna göre geçerli olan İslam anlayışına aykırı olarak, İtalyan ressam Bellini’ye portresini yaptırıyor. Kendisinden sonra gelenler bu portrenin yükünü taşıyamamışlar ve ülke dışına kaçırmışlar. Fatih’in bunu bir özenti için yaptığını hiç sanmıyorum, mutlaka bir mesaj vermek istedi.

Fatih, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’nun bilgisinden çok etkilenmiş, onu himayesine alıp, Osmanlı Devleti’nin astronomi alimi olarak görevlendirmiştir. Gelişmenin bilimden geçtiğine ve evrenin sadece ayak basılan topraklar, yelken açılan denizlerden ibaret olmadığını, sırların çoğunun uzayda olduğunu idrak etmiş olmalı.

Fatih’in din değiştirmeyen, Rum kökenli Ortodoks üvey annesine çok değer verdiği, isteklerini hep yerine getirdiği, Ayasofya dahil, birçok kiliseyi Camiye dönüştürdüğü halde, üvey annenin ibadeti için, bazı kiliseleri olduğu gibi bıraktığı yazılı.

Fatih bir sefere çıkmak üzere iken, Gebze’de zehirlenerek yaşamına son veriliyor. Zehirlendiğinin farkına varınca, yanındakilere, belki de kendisini zehirleyenlere, “Bana niye kıydınız?” diyor. Bu söz, sadece hayatına kıyılmış olmasının bir öfkesi olmamalı, yaptıklarının anlaşılmadığının ve o değerlere yazık edildiğinin acı bir ifadesi olabilir.

Kimler kıydı, ne amaçla kıydılar hakkında ciddi bilgilere rastlamadım. Fatih, çok bilgili, çok tedbirli, hırslı, acımasız, tuzağa düşmeyecek, güçlü bir kişidir. Demek ki onu zehirleyenler ondan da güçlü ve özellikle çok sinsi biri veya birileri.

Fatih’i zehirleyenler yaptıklarından ve daha da yapacaklarından korktukları için mi, yoksa ona artık kendi isteklerini yaptıramadıkları için mi ortadan kaldırdılar?

Fatihten sonra gelenler. Oğlu 2. Beyazıt, torunu Yavuz Selim, torununun oğlu Kanuni Süleyman onun yolundan gitmemişler, onun yaptıklarını bozmuşlardır. Sebep, onu anlayamamak mı, anlayıp beğenmemek mi veya anlayıp, beğenip, ama o yükü taşıyamamak mı?

Fatih’in yaptıklarının, siyasi ve kültürel açıdan, doğru veya yanlışlığı, bakış açısına göre değişebilir fakat Fatih’i tam tanımadığımızı, bunun büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Çok geniş, çok ileri bir kültüre sahip olduğuna inanıyorum, övünülecek bir durum.

Fatih, ezberci bir kişi değil, kendisinden öncekilerin yolunu takip etmemiş, yeni bir yol seçmiş, farklı bir anlayış, farklı bir konsept yaratmaya çalışmış, ama biz onun teorik amacını, o amacı niçin, nasıl seçtiğini, aklından daha neler geçtiğini bilmiyoruz. Gizemi de burada. Merak ediyorum, Fatih’i daha fazla tanıyıp da bildiklerini yazmayanlar var mı?

Devlet süreklilik ister, tutarlı-düzenli bir kültüre sahip olunmazsa uzun ömürlü olunamaz. Eğer devlet güçlü bir kültürel yapıya sahip değilse içinde kitap olmayan süslü kütüphane dolabı gibidir.

Yavuz Selim;

Babasının üzerine askeri güçle yürüyen ilk ve son padişahtır. İki defa fiilen savaştı, birincide yenilip kaçtı, ikincide kazanıp babasını tahttan zorla indirdi.

2.Beyazıt tahtan indirilip, Dimetoka’ya sürgüne gönderilirken, beklenmeyen bir şekilde Çorlu civarında öldü. Bazı tarihçiler, oğlu Yavuz Selim tarafından zehirletildiğini yazıyorlar.

Allah’ın hikmetine bakın ki, Yavuz Selim de bir sefer dönüşü, barış koşulları içinde İstanbul’dan Edirne’ye giderken, beklenmeyen bir şekilde hızla büyüyen halk arasında “şir’i pençe” tabir edilen bir çıban yüzünden, Çorlu civarında, babasının öldüğü yere yakın bir yerde vefat etti.

Yavuz Selim’in şehzadeyken, babasıyla ve kardeşleriyle yaptığı mücadele bir devlette hiç olmaması gereken bir durumdur. Osmanlıda kardeş katli çok fazla, evlat katli az, babaya askeri isyan ise sadece Yavuz tarafından gerçekleştirilen tek olaydır. Yavuz, tahta çıktıktan sonra, kendisinden büyük olan Şehzade Ahmet dahil bütün kardeşlerini ve onların çocuklarını öldürttü.

Yavuz, 1514 yılında, Çaldıran’da, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunu Şah İsmail’i yendi.

Siyasi çıkarlarını korumak, varlığını sürdürmek için düşmanlarını yok etmek, devletlerin hem hakkı, hem de görevidir. Ancak bu savaş öncesinde ve sonrasında Anadolu Türkmen halkına yapılan büyük kıyım, ne devlet anlayışıyla, ne de insanlık anlayışıyla bağdaşır.

Her toplumun tarihinde katliamların acı örnekleri vardır fakat başka dinlerde bu olayda olduğu gibi inançlarından dolayı haklarında “Katli Vaciptir” diye dini fetvalar verilip Allah adına silahsız, yaşlı, kadın, çocuktan oluşan sivil halkın vahşice katledildiği örneği hiçbir yerde okumadım, herhalde yoktur.

Bu fetvayı verenlerin “Allah’ın verdiği canı ancak Allah alır” diye fetvalar verdikleri de kesin. O insanların fetvalarının karşılığı olarak ulaştıkları devlet kademelerini ve elde ettikleri maddi varlıkları tarih açıkça yazıyor. Öyle örnekler var ki, pazarlık yapılarak, istenilen fetvayı verecekleri sözü alınarak, o dini kademeye atanmışlar ve fetvayı da vermişlerdir.

Güçlünün kölesi olarak dini asıl amacının dışında kullanmak, siyasete alet etmek İslam’a göre “Allah’a şirk koşmaktır” ve en büyük günahtır. Yapanların bu dünyada çok parlak, çok şöhretli konumlara geldikleri belgelerle sabit, öbür dünyadaki konumlarını ise, ancak Allah bilir. Osmanlı sürecini doğru anlayıp, ders alıp uygarlaşabilseydik, günümüzde, Kahraman Maraş, Sivas ve Baş Bağlar gibi olaylar yaşanmazdı.

Yavuz, 1517 yılında, Ridaniye zaferini kazandı, Mısır’ı fethetti, siyasi açıdan büyük başarı. Bu olayın inanç ve kültürel boyutları askeri ve siyasi boyutundan daha önemli değişimlere neden olmuştur. Kısaca değineyim.

Yavuz, Mısır’dan dönerken İstanbul’a bin kadar, Arap İslam Alimi getirdi. Yazılanlara göre, bu “Eşariler” kendi yorumlarını İstanbul’a taşımış ve Osmanlı’da inanç ve kültürel açıdan çok önemli değişimlere neden olmuşlardır. “Akılcı İslam” yorumları terkedilmiş, Sünni Arap İslam anlayışı medreselerde egemen kılınmış, halk düşünmeyen, itaat eden, ezberci bir kitle haline getirilmeye başlanmıştır.

Yavuz, Mısır’dan dönerken, Kutsal Emanetler’i ve Halife sıfatını taşıyan Mütevekkil Al Allah’ı İstanbul’a getirdi. Bazı kaynaklar Yavuz’un Mütevekkil Al Allah’ı Yedikule zindanında hapsettiğini yazıyor. Ayasofya’da yapılan bir törenle hilafeti devraldığını yazan da var.

Hz. Muhammet’in vefatından sonra yapılan ilk kavgalı Halife seçiminde Halifenin, Kureyş Kabilesi’nden olması kuralı benimsenmişti. Kendi aralarında bile çok ayrımcı olan Arap’ın Osmanlı padişahlarının Halife sıfatını nasıl karşıladıkları pek belli değil. Din dilinin Arapça olduğunu, başka dillerle ibadet edilemeyeceğini, Kur’an’ın Türkçeye çevrilemeyeceğini iddia eden o zihniyet halifeliğin Türk’e geçmesini acaba içine sindirebildi mi?

Yavuz’a kadar, Osmanlının yüzü Batı’ya dönüktü, fetihler ağırlıklı olarak, o yönde yapıldı ve yaşam örnekleri Batı’dan alındı. Mısır seferinden sonra, Osmanlı yüzünü İslam görünümü altında Arap anlayışına çevirdi.

Siyasette güçlenmek için her faktörün kullanılması normaldir ancak kültürel yapının bozulmasına yol açan anlayışlardan ve uygulamalardan mutlaka kaçınılmalıdır, aksi halde kimlik, benlik büyük zarar görür hatta kaybolur.

Kanuni Sultan Süleyman;

Kırk altı yıl padişahlık yaptı, dönemi “Muhteşem Yüzyıl”, kendisi “Muhteşem Süleyman” diye anıldı. Gerçekten Osmanlı’nın en geniş alana yayıldığı, en güçlü olduğu dönemidir. O ihtişam içinde açıkça fark edilmedi ama Osmanlı’da, duraklama, bozulma başlamıştır.

Hürrem ile Süleyman’ın ilişkilerinde Hürrem suçlanır, hilelerinden, çevirdiği dolaplardan bahsedilir. Söylenenler doğru da olsa Hürrem’i suçlamak kaçamak bir mazeret, Süleyman’ı korumaya çalışmaktır. Hürrem’i yaratan o muhteşem Süleyman değil mi? Daha yetenekli olduğu açıkça görülen oğlu Mustafa’yı öldürtüp de Osmanlı tahtını bir zayıflık sembolü olan Selim’e teslim eden o değil mi?

Yarım asra yakın saltanat sürdü, binlerce cana kıyarken yüreği sızlamadı, son döneminde “Halk içinde muteber bir nesne yok, devlet gibi, olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” diyerek kendisinin bir nefesinin devletten daha kıymetli olduğunu şiirleştirdi.

İlk kapitülasyonu başlatan o değil mi? Dünya çapındaki denizci Piri Reis’in kellesini alan o değil mi? Yazı dizimizin üçüncü bölümünü noktalarken son olarak şunu hatırlatmak istiyorum: Piri Reis’in Portekizlilerden haraç aldığı yazılı, Çandarlı’nın da Bizans’tan rüşvet aldığı yazılı. Ancak bunların ne kadar gerçek, ne kadar bahane olduğunu, tuzak olduğunu araştırmanızı öneririm.