KÖŞE TAŞLARI

İslam – I

 

İnsan, yaradılış, Türkler, semavi dinler ve İslam… Cemil Özer, iki bölümden oluşan yazı dizisinin bu ilk bölümünde İslamiyetin yayılması ve şekillenmesinde rol oynayan önemli kişileri ve tarihteki konumlarını ele alıyor. Tarihte gelişen belli olaylara dair çeşitli kuşkuları sorgulayan Özer okurlarını “inanç avcıları”na karşı dikkatli olmaya davet ediyor.

İnsan, yaradılışından itibaren bir arayış içine girmiştir. Ben kimim, kim yarattı, niçin yarattı? Ben yalnız değilim bir bütünün içinde çok küçük bir parçayım, bütün içindeki yerim, fonksiyonum nedir? Mevcut bütün canlı, cansız varlıkların sahibi kim, onlara nasıl hükmediyor?  Güneş, ay, yıldızlar gibi varlıklar bir görünüyor bir kayboluyor, acaba bütünün içinde hiç göremediğimiz başka neler var?  Yıldırım, şimşek, gök gürültüsü, deprem bir ilahi ikaz mı, verilen bir ceza mı? Nasıl davranırsam yaratanın sevgisini kazanır korunurum, ne yaparsam gazabına uğrarım?  İnsan, yaratanın sevgisini kazanmanın, gazabından korunmanın, varlığının diyetini ödemenin çok farklı yollarını denemiştir. Yalvarmak, ibadet etmek, kurbanlar kesmek, bilinen örneklerdir.

İlk insanlar birçok şeyi bireysel olarak düşünüp, yapmış değil, Yaratanla iletişim içinde olduklarını öne süren, toplumun bütününden daha erken uyanmış açıkgözler, değişik sıfatlara bürünüp, insanlara telkinlerde bulunarak, korkutarak, kandırarak yaptırmışlardır. Falcılar, sihirbazlar, inanç avcıları insanlığın ilk dönemlerden itibaren ortaya çıkmışlar, halen de değişik isim ve sıfatlarla devam ediyorlar.

Zamanla, düşünürler, felsefeciler ortaya çıkmış, Yaratanla, doğayla, insanlar arası ilişkilerle ilgili konularda sezgilere, akla, mantığa, dayalı düşünceler ortaya koymuşlar, etik değerler üretmişler. Bu değerli insanlar çok şey ifade etmişler ama düşüncelerinin yaratanı ve yaratılan her şeyi kapsadığı, bütün doğruları ortaya koyabildikleri söylenemez. Sonra semavi dinler geldi. Peygamberler “melek” aracılığıyla tanrıdan aldıkları “vahiyleri” halka tebliğ etmeye başladılar.

Bu genel süreçte bütün toplumlar bire bir aynı olayları yaşamadı, yaşanan zamanın koşulları, doğa olayları, düşünürler, kanaat önderleri toplumların kültürlerinin oluşmasında etkili olmuşlardır. Toplumların kabullendikleri yaratılış anlayışı, benimsedikleri ahlak ve insan hakları anlayışı, doğal koşullardan korunma gerekleri ve nesillerini sürdürme arzusu kültürlerinin köşe taşlarıdır.

Kültürlerin gelişip, çağdaş değerlerle, kucaklaşmaları çok büyük bir aşamadır. İnsanları en çok etkileyen iki faktör, korkuları ve çıkar hırslarıdır. İnsanlar çoğunlukla ya korkutularak, ya da aldatılarak istismar edilirler. İnsanların en çok istismar edildikleri alan din ve inançtır. “Dinciler” diğer bir ifadeyle din istismarcıları, insanları en çok Allah’la korkuturlar. İnsanlar Allah’ı ne kadar doğru anlayabilirlerse, din sömürücülerinin tuzağına düşme ihtimalleri o kadar azalır.

Türklerin, Müslüman olmadan önceki kültürleri, örf ve adetleri, çevrelerindeki toplumlardan daha ileri bir yapıya sahipti. Çok genel bir ifadeyle, doğaya daha doğrusu Göktanrı’ya inanmış, değerlerine çok bağlanmış, düzenli bir yaşam sürdürmüşlerdir. Günümüzde bile büyük sorun olan kadının toplumdaki konumu eski Türklerde çok saygın ve bazı konularda erkekle eşitti.

Türkler ve İslamiyet  

Türklerin İslam’a kucak açıp kabul ettiğini söyleyenler de var, Arap’ın kılıç zoruyla Müslümanlaştırdığını ileri sürenler de var. İki iddianın da gerçeklik payı var.

Türk kültürünün İslam’dan büyük ölçüde etkilendiği ve değiştiği açıktır. Değişimin boyutunu doğru anlayabilmek için, hem eski Türk kültürünü, hem İslam’ı doğru tanımak gerekir.

Semavi dinler “vahiylere”, peygamberlerin topluma yansıttıklarına dayanıyor, ancak yaşanan semavi dinlerde din dışı güçlerin etkilerini görmemek, anlamamak, saflık olur. Bu gerçek sadece bir din için değil, derecesi farklı olsa da bütün dinler için geçerlidir. Bu bağlamda, yaşanan İslam’da, Hz. Muhammet’in tebliğ ettiği İslam’dan farklılık olup olmadığını bilinçli olarak sorgulamak gerekir. Bugün İslam coğrafyasında hepsi de “İslam” etiketli fakat birbirinden çok farklı yorumlar, uygulamalar var, bu farkların nereden kaynaklandığını anlamazsak gerçek İslam’ı tanıyamayız. “Gerçek Müslüman” ile, “İslamcının”, “dincinin” arasındaki niyet ve uygulama farkını anlayamazsak, ne bu dünyada, ne de öteki dünyada kendimize yer bulabiliriz. İslam tarihinin bazı olaylarını, siyasi yönlerine ağırlık vererek, satır başlarıyla hatırlatıp, üzerinde düşünmenizi isteyeceğim.

İslam’ın geldiği yıllarda, İslam’ı kabul eden ve etmeyen Arap toplumlarının birbirleriyle yaptıkları acımasız savaşları ve günümüzdeki Müslüman Arap toplumları arasındaki savaşları doğru analiz edersek Arap kültürünün İslam içindeki etkinliğini doğru ölçebiliriz.

Hz. Muhammet, 571:632

İlk vahiy, 610 yılında, Hz. Muhammet kırk yaşında iken geldi. Peygamberliğini açığa vurup, tebliğ görevine başlamasıyla birlikte Arap toplumunda mücadele de başladı. Yeni bir dini anlamak, mevcut inancını değiştirip yeniyi kabullenmek kolay değil. Bir kısım Arap bu bağlamda İslam’a direndi ama Hz. Muhammet’e düşmanca davranmadılar. Bir kısım Arap ise, sonucun ne olacağını çok iyi gördüğü için, baştan itibaren Hz. Muhammet’e karşı bilinçli bir mücadele başlattılar. Bunlar, başlarında Ebu Lehep, Ebu Cehil, Ebu Süfyan gibi isimlerin bulunduğu, Kabe’nin yönetimini elinde bulunduran, oradan gelir elde eden egemen kesimdir. Hz. Muhammet kazanırsa Kabe üzerindeki imtiyazlarını kaybedeceklerini bildikleri için mücadele ettiler.

Hz. Muhammet, bunların zulmüne dayanamadığı için, Medine’nin önde gelenleriyle anlaşıp,    622 yılında, bir kısım taraftarıyla birlikte, Mekke’den Medine’ye Hicret etti. Mücadele bitmedi. 624 yılında Bedir Savaşı, 625 yılında Uhud savaşı, 627 yılında Hendek Savaşları yaşandı.

Hz. Muhammet, Yahudilerin de içinde bulunduğu Medine’nin ileri gelenleriyle “Medine Sözleşmesini” imzaladı. Bu sözleşme din ve siyaset ilişkileri bağlamında çok iyi incelenmeli.

Mekke’nin reisi konumunda olan Ebu Süfyan, daha fazla karşı koyamayacağını anlayınca, bazı ailelerin mevcut imtiyazlarını güvenceye almak amacıyla Mekke’yi anlaşmalı olarak teslim etme yolunu seçti. Takriben yirmi yıl kıyasıya savaştıkları İslam’ı kabul ettiler, ileri gelenleri önemli konumları işgal etti, söz sahibi oldular. Örneğin, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, peygamberin katiplerinin arasına girdi. Bu siyasi oyun bundan sonraki birçok uygulamanın da temelidir. İslam’ın, Mekke’nin fethinden önce Kabe’ye ve Emevi ailesinin imtiyazlarına nasıl baktığı ve onların sonraki konumları çok iyi incelenmeli.

Hz. Muhammet hem Peygamber, hem de güçlü, devrimci bir lider olduğu için, Emevi ailesi bazı eski imtiyazlarını korumasına rağmen, O’nun döneminde fazla palazlanamadı. Dört Halife döneminde, özellikle Osman döneminde çok etkin duruma geldiklerini ve Hz. Muhammet’in vefatından otuz sene sonra Muaviye’nin İslam’ın başına geçtiğini tarih açıkça yazıyor.

Hz. Muhammet’in cenazesi kaldırılmadan, Araplar kimin halife olacağı kavgasını başlattılar. İki Arap kabilesinin liderleri toplanıp çekişirken, Ebu Bekir ve Ömer toplantıya müdahale edip, onlara Ebu Bekir’in Halife olmasını kabul ettirdiler. Ali, Hz. Muhammet’in cenaze işleriyle meşgul olduğu için bu toplantıda yoktu. Bu toplantıda Halifenin Kureyş kabilesinden olması üzerinde anlaşmaya varıldı.

Ebu Bekir, 571:634

İlk halife, 632:634 yılları arasında iki yıl halifelik yaptı. Hicrette, Hz. Muhammet’le birlikte Medine’ye göç etti. Kızı Ayşe’yi dokuz yaşında Hz. Muhammet’le evlendirdi.

Hz. Muhammet, kendi payına düşen Fedek hurmalığını sağlığında kızı Fatma’ya bırakmıştı. Hz. Muhammet’in vefatından sonra, Ebu Bekir bu yeri Fatma’nın elinden aldı. Fatma, Ebu Bekir’e biat etmedi. Peygamberin kızı ilk Halifeye biat etmiyor, düşündürücü değil mi?

Fedek hurmalığı ile ilgili farklı yorumlar var, girmek istemem. Ancak aklıma şöyle bir soru geliyor; o gün yaşanan İslam ortamında her şey dört dörtlük doğruydu da tek yanlış Fedek hurmalığının konumu muydu ki, Hz. Muhammet’in ehlibeytine, çok sevdiği kızı Fatma’ya bu işlem reva görülüyor? Fatma’nın camide, cemaat içinde, Ebubekir’e, “Ya Ebubekir, senin kızın senin mirasından yararlanıyor da, ben niye babamın mirasından yararlanamıyorum?”, diye çıkıştığı yazılı.

Daha sonraki dönemde bir başka Halife Fedek hurmalığını geri vermiştir. İki işlemden hangisi İslami kural gereği, hangisi Arap siyasetinin sonucu?  Ebu Bekir kendisinden sonra Ömer’in halife olmasını vasiyet etti. Acaba bu davranış İslami esaslara uygun muydu, yoksa Hz. Muhammet’in vefatından sonra, kendisi Ömer’in gücüyle Halife seçildiği için bir karşılık mıydı?

Ömer, 591:644

Halifeliği, 634:644 yılları arasında on sene sürdü. Müslümanlığı ilk kabul edenlerden değil, başlangıçta karşı tavır aldı, geç kabul etti, fakat kabul ettikten sonra İslam’a büyük hizmetleri oldu. Kılıcı güçlü, cesur, atak bir kişiliğe sahip, en önemli vasfı da adalet anlayışıdır. Ömer’in Halifeliği döneminde, akşamları evinde çalışırken, toplumun işini yapıyorsa toplumun mumunu, özel işini yapıyorsa kendi mumunu yaktığı yazılıdır. Bu anlayışta olan başka bir Müslüman devlet adamını varlığını okumadım, duymadım. İşte Müslümanlık budur!

Hz. Muhammet’in hastalığı sırasında, kendisine bir kağıt kalem verilmesini, bir şey yazacağını söylediği, fakat Ömer’in verilmesini engellediği yazılı. “Şuuru yerinde olmayabilir, öyle bir şey yazar ki, kendisinden sonra gelenler çözümünü bulamayabilirler” gibi bir görüş ileri sürmüş. Bazıları da Hz. Muhammet’in kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kişinin ismini yazabileceği görüşünde.

Ömer’e suikast düzenlendi, öldürüldü. İslam’ın temelinde “Adalet” var, Ömer de adaletin simgesi olarak nitelenen halife. Ömer İslam’a hizmet için öldürülmüş olamaz, “İslam adına” öldürdüklerini iddia edeceklerdir. Ölümünden önce, yerine kimi vasiyet ettiği sorulduğunda, isim vermemiş, “Bir aileden bir kurban yeter”, dediği rivayet ediliyor.

Osman, 574:656

Hilafeti, 644:656 yılları arasında on iki sene sürdü. Döneminde Emevi ailesini çok kolladığı, ileri gelenlerini önemli görevlere getirdiği, büyük avantajlar sağladığı yazılı. Tipik örnek, Ömer zamanında Şam Valisi olarak atanan Muaviye’nin yetkilerini çok artırarak, Suriye Eyalet Valisi konumuna yükseltti.

Osman, dağınık yerlerde yazılı olan ayetleri toplattı, Kur’an’ı yazılı bir metin haline getirip, yedi nüsha yaptırdı. İyi bir hizmet olduğunu düşünüyorum. İşin öncesine gidersek, Ömer böyle bir işlemi Ebu Bekir’e teklif etmiş, Ebu Bekir de, “Hz. Muhammet’in yapmadığını ben yapamam” gibi bir gerekçe öne sürerek yapmamış.

O zaman şu akla geliyor; Hz. Muhammet neden benzer bir işlemi başlatmadı da, Ayetlerin dağınık yazılı belgelerde ve hafızların ezberinde kalmasına izin verdi? Hz. Muhammet, Peygamberliğinin yanında çok zeki, kapsamlı düşünen devrimci bir liderdi, düşünememiş olması mümkün değil, bir bildiği olmalı, diye düşünüyorum. Acaba, Ebu Bekir’in bildiği başka bir husus var mıydı? Ömer, Ebu Bekir’e teklif edip de yaptıramadığını, daha sonra kendi döneminde, kendisi niye yapmadı? Acaba sonradan öğrendiği bilgi mi var?

Daha dikkat çeken bir durum, bütün bunları bilmesi gereken Osman neden bu işe istekle soyundu? Ayetleri ezberlerinde taşıyan hafızların harplerde ve yaşlılık nedeniyle ölmeleri yeni ortaya çıkmış bir husus değil, bilinen bir olay. Osman’ın önemli özelliği dört Halife içinde Emevileri en çok koruyan kişi olması, acaba bunun bir etkisi olabilir mi?

İnsanın kafasını kurcalayan bir başka konu; Kur’an’ın yazımı tamamlandıktan sonra, Osman’ın yararlanılan kaynakları, referans metinlerini, “ileride ihtilaf çıkmasın” diye yaktırdığı yazılı. İleride niye ihtilaf çıksın? Yoksa görünen, bilinen sebepler mi var? Eğer şüpheli bir durum varsa, referansları yaktırmak şüpheleri ortadan kaldırmaz, iddiaları daha da körükler.

Referansları yok etmek doğru muydu?

Bir başka husus; Kur’an’ın yazımı sırasında, Hz. Muhammet’in “ilim şehrinin kapısı” diye nitelediği Ali’nin, görüşlerinin ve elindeki yazılı kayıtların dikkate alınmadığı ileri sürülmüş, itirazlar yapılmıştı. Karşı görüşleri önlemenin yolu referansları yok etmek değil, iddia sahiplerini ispata çağırıp ikna etmek veya varsa eksiği düzeltmektir. Bunların cevabı ön yargılı ve taraflı olamayan, dürüst uzmanlar tarafından verilmelidir, aksi halde “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye düşünülür.

Osman suikast düzenlenerek öldürüldü. Öldürenler arasında Ebu Bekir’in oğlunun da bulunduğu yazılı. O zaman bu adi bir suikast olamaz, siyasi amaçlara dönük bir olay.

Oğlu babasının rahlesinden geçmiş, ona inanmış biri olacağına göre, Ebu Bekir’in anlayışı ile Osman’ın uygulamaları arasında önemli aykırılıklar olmalı ki, oğlu bu işin içine girsin, ihtimali akla geliyor.

O günkü sürtüşmelerde, çatışmalarda, dinsel yorumlardan çok, siyasi amaçların etkin olduğu açık. O kadar çok kavga var ki, hangi güçlerin, hangi görünüm altında, ne amaçla kavga ettiğini anlayabilmek çok zor.

Arap örf ve adetlerini İslami kural sanmak…

Değerlendirmem o ki kavgalar iki grupta toplanıyor. Ya Arap kabileleri arasındaki çıkar çatışması ya da Arap örf ve adetlerinin İslam’la çatışması. Neticede ikisinin de amacı, aşiretlerin imtiyazlarını İslam içinde devam ettirme kavgası. Doğal olarak, İslam, toplumu kendi kurallarına göre yapılandırmak istiyor, ötekiler ise bu yapılanma içinde eski imtiyazlarının devamının mücadelesini veriyorlar. Bunu İslam’a karşı çıkarak yapmalarının mümkün olmadığı sabit olduğu için İslam kılığına bürünerek yapmaya çalışıyorlar. Çok defa kamu hakları sahipsiz kalırken, özel gruplar çıkarlarını çeşitli yollarla, çok iyi koruyorlar. İslam’da da çıkar grupları şeytani güçler oluşturmuş, insanları aldatmasını da, korkutmasını da çok iyi becermişler, imtiyazlarının kaynağı olan Arap örf ve adetlerini İslami görünüm altında, İslam’a monte etmişlerdir.

Çok insan bunları İslami kural zannediyor, farkına varıp karşı çıkan az sayıdaki insanların da hemen başı eziliyor.

Çok genel hatlarla İslam toplumunu üç grupta toplayabiliriz;

  • Samimi inanmış, İslam’ı anlamış, gerçekleri gören, yanlışa karşı çıkan fakat zalimle mücadeleye gücü yetmeyen, ezilen, kendi içine çekilmiş Müslümanlar.
  • Samimi inanmış, fakat İslam’ı çok iyi anlamamış, gerçekleri göremeyen, aldatıldığı için yanlışı İslam zannedip destek veren Müslümanlar.
  • Samimi olarak inanmayan, sahte inanmışlığını gösteriye dönüştüren, özel çıkarlarına öncelik veren, onları korumak için İslami değerleri kullanmaktan utanmayan, ahlaki niteliği zayıf, insanları kandırma, korkutma yeteneği yüksek, “İslamcılar”, “dinciler”.

Ali, 598:661

Hilafeti, 656:661, beş yıl sürdü. Hz. Muhammet’in kızı Fatma ile evli. Hz. Muhammet, kızı Fatma’yı, torunları Hasan, Hüseyin’i, damadı Ali’yi, “Ehlibeytim” diye isimlendirmiştir. Ali, İslam’ı ilk kabul edenlerden biridir. Bu sırada 13 yaşındadır..

Hz. Muhammet, amcası olan Ali’nin babasının evinde yaşıyordu, bu nedenle Ali’nin Hz. Muhammet’in gözetiminde yetiştiğini söyleyebiliriz. Hz. Muhammet’in, “Ben ilim şehriyim, Ali o şehrin kapısıdır” dediği, biliniyor. Düşmanlarının Hz. Muhammet’i öldürmeyi planladıkları haberi alındığında, Hz. Muhammet’in evden ayrıldığı belli olup da, peşine düşmesinler diye, Ali, ölümü göze alarak, o gece Hz. Muhammet’in yatağında yatacak kadar cesur ve Hz. Muhammet’e bağlıdır.

Okuduklarımdan edindiğim kanaat, Ali’nin, siyaseten eksiği, yanlışı olabilir fakat İslami ve insani değerler açısından en ufak bir eksiğinin olduğuna inanmıyorum. “İslamcılar” kızların çocuk yaşta evlenmelerini mubah görürler fakat bu dini çocuk yaşta kabul ettiği için Ali’nin ilk Müslümanlardan olduğunu kabul etmezler.

Ali’nin halifelik dönemi kargaşa ve savaşlarla geçti. Önce, Ebubekir’in kızı, Hz. Muhammet’in eşi Ayşe bazı önde gelen isimlerle beraber Ali’ye savaş açtı, yenildiler, Ali Ayşe’yi affetti. İslam’da kadının konumunu, özellikle Peygamber eşlerinin konumunu düşününce, Ayşe’nin böyle bir hareketi hangi amaçla veya Ali’den neyin intikamını almak için yaptığını ciddi olarak değerlendirmek lazım.

Suriye Valisi Muaviye, Ali’nin halifeliğini kabul etmedi. Ali’yi, Osman’ın katillerini bulup, cezalandırmamakla suçladı. Siyasi bir yaklaşım, Halife Osman’dan gördüğü desteği Halife Ali’den göremeyeceğini iyi biliyordu, fırsat yaratıp Ali’yi tasfiye etme mücadelesi başlattı. Ali Haşimi, Hz. Muhammet’in tanımıyla, İslam ilim şehrinin kapısı, örnek bir Müslüman. Muaviye ise Emevi, Arap kültüründen kaynaklanan imtiyazlarını korumak için, önce doğrudan Hz. Muhammet’le savaşmış, sonra anlaşmalı olarak İslam’ı kabul edip, içeride mücadeleye devam etmiş birisi.

Ali ile Muaviye arasındaki Sıffın Muharebesi, İslam’daki çok önemli, bir siyasi kırılma noktasıdır. Muaviye, savaşta yenileceğini anlayınca, babası Ebu Süfyan’ın Mekke’yi anlaşmalı teslim etmesi gibi siyasi yönteme başvurdu, Ali taraftarlarının inancını istismar etmek için, askerlerinin mızraklarının ucuna Kur’an sayfaları takarak, savaşın durdurulmasını sağladı. Sonra da, “Hakem Olayı”nda Amr bin Asın oynadığı oyunla, kendisini halife ilan ettirdi.

Bu olaydan sonra, küçük gruplar hariç, İslam toplumu siyasi olarak, derin hatlarla üçe bölündü;

  1. Ali taraftarları yani ehlibeyt taraftarları
  2. Ali tarafındayken Hakem Olayından sonra ondan ayrılan “hariciler”
  3. Muaviye taraftarları

Hariciler, Ali’yi, Muaviye’yi ve hileyi düzenleyen Amr bin Ası suçlu sayarak, üçünü de aynı gün öldürmeye karar verdiler. Ali, hariciler tarafından yaralandı ve öldü, diğer ikisi, farklı sebeplerle kurtuldu.

Seçim veya genel kabulle gelen ilk dört halifenin üçü, suikast kurbanı! Bu kavganın altında yatan asıl sebepleri düşünün, değerlendirin ve bugün Arap-İslam dünyasında yaşananların geçmişle ilişkisini kurun, genel yapıyı doğru analiz edin.

Muaviye, 610:680

610 – 630 yılları arasında 20 yaşına kadar, babasının safında asker gibi İslam’a karşı savaştı.  630 – 660 yılları arasında İslam’ın üst kademelerinde, etkin kişi olarak İslam’ı etkiledi. 660 – 680 yılları arası takriben yirmi sene, halife olarak İslam’ı istediği gibi yapılandırdı. Babası, Ebu Süfyan. Hz. Muhammet’in en güçlü düşmanıdır. Annesi, Hind, Emevi kolunun önde gelen bir ailesinin kızıdır. Hind, Hz. Muhammet’in amcası Hamza’yı, özel olarak kiraladığı, Vahşi isimli kişinin, muharebe alanında fırlattığı mızrakla öldürttü ve rivayete göre kalbini çıkartıp yedi. Hamza, daha önce savaşta Hind’in babasını öldürmüştü. Hind, Hamza’yı öldürterek babasının intikamını almış oluyor. İntikam duygusu, az çok herkeste, her toplumda var fakat kinin derecesine bakın ki, kalbini çıkartıp yiyebiliyor. Bu bireysel bir davranıştan ziyade, Cahiliye dönemi Arap kültürünün emredici, baskın niteliğidir. O kültürü tanımak için bir örnektir. Kültürleri tanımazsak, mensuplarının gerçek yüzünü bilemeyiz.

Hz. Muhammet, peygamberlik yaşamında Arap toplumunda İslam’ı egemen kılmaya çalıştı. Ondan otuz sene sonra onun yerini alan Muaviye, tam aksine, Arap örf ve adetlerinden kaynaklanan imtiyazlarını, korumak için, bazı Arap örflerini İslam’da etkin  konuma soktu. Başına geçtiği devletin önde gelen “İslam” sıfatını ikinci plana itip, “Arap Devleti”, “Mülk Devleti”, “Saltanat Devleti” karakterlerini öne çıkardı. İslam’da aklı kenara itip, nakilleri egemen kıldı.

Hz. Muhammet’in İslam’ı tebliğe başlamasıyla kavgaya tutuştuğu Mekke aristokrasisinin torunları, Muaviye ile başlamak üzere İslam’a egemen oldular. Muaviye, Suriye Eyaleti valilik sürecinde Bizans’ın Hristiyan yöntemleriyle tanışmış, bazı uygulamalarını kendi alanında yaşama geçirmiştir. Arami-Bizans tipinde Hristiyanlık kültürünü İslam ortamına sokan da Muaviye’dir.

Bu dünya ve öteki dünya

Amr bin As Mısır valisiyken, oğlu şöyle bir soru soruyor: “Baba, Hakem olayında dürüst davrandığından emin misin?”

Cevap: “Birisinin vereceği peşin, ötekinin ki veresiye idi, ben peşini tercih ettim.” Peşin, bu dünyadaki nimet, şu anda Mısır Valisiyim. Veresiye, öbür dünyadaki nimet, garantisi yoktu.

Gelin, bu yaklaşımı, önce gerçek İslam içinde değerlendirin, bakalım yeri var mı? Sonra bugün yaşanan İslam ortamındaki olaylarla bu olayın benzerliğini değerlendirin, bakalım fark var mı?

Bu kişi sıradan biri değil, Ali ile Muaviye arasındaki kavgayı “Kur’an kakemliğinde” çözme fikrini ortaya atan, Muaviye’nin temsilcisi olarak oyunu oynayan, Muaviye’yi halife ilan eden kişidir. Adam zeki, fakat vicdanı yok! Suriye’nin, Irak’ın, Ürdün’ün, Suudi Arabistan’ın, Yemen’in, Mısır’ın İslam uygulamaları farklı ve her biri kendini doğru ötekini yanlış ilan ediyor. Arap olmayan Müslüman toplumlara da Mevali diyorlar.

Enteresandır, Osmanlı da Arap’ı, “Kavmi Necip”, Türk’ü “Etrakı bi İdrak” diye niteliyor. Acaba kendisini Arap’ın hangi koluna yakıştırıyor?

Bazı insanları, ismen ya da bir-iki cümle ile hatırlatıp onları etüt etmenizi önereceğim. Olayları değerlendirmenizde size yardımcı olur.

Hallac-ı Mansur

“En el Hak” dedi, başına gelmeyen kalmadı. Bu sözünü bahane ettiler, aslında ona duyulan kin onun tüm düşünce yapısından kaynaklanıyordu.

İbn-i Sina;

Filozof, pozitif bilim adamı, çok değerli bir insan, yazık ki anlayanı az, taşlayanı çok.

İmam Gazali

İslam’daki temel konulardan biri, “akıl” ve “nakil” tartışmasıdır. Sade bir söylemle anlamı şu; doğruyu bulmak için rehber olarak, Allah’ın insana lütfettiği en büyük nimet olan akıl mı, yoksa çoğunun uydurma olduğu sabit olan, şu kadar asır önce söylendiği iddia edilen nakiller mi kullanılacak.

İmam Gazali önce aklı savunmuş, sonra aklın tam karşısında yer almış. Gelişme sürecindeki bir insanda düşünce değişikliği olabilir, fakat bu çaptaki bir insanın keskin dönüşü yadırganır. Acaba bilinmeyen bir etken mi var? Sebep, Bağdat Nizamiye Medresesinin başına geçmek için, Nizam-ül Mülke yaranmak, olabilir mi?

İmam Gazali, İbni Sina’yı, çok eleştirmiştir, acaba aklı çürütmek için mi bunu yaptı.

İmam Gazali’nin en büyük günahı İslam’da içtihat kapısını kapatmasıdır.

Bugün Mısır’da isim yapmış bir üniversite/medrese, günümüzün ispatlanmış bilimsel değerlerine rağmen, “Dünya düzdür”, diyormuş. Nakil öyle diyorsa, olmadığını bilse bile aksini söyleyebilir mi? İslam’da değişime, yeniliğe, çağdaş değerlere, bilime giden yolun içtihat kapısı kapatılmış.

Benzer bir durum, Hristiyan Engizisyon Mahkemesiyle Galileo arasında, “dünya dönüyor” konusunda yaşanmıştı. Onlar daha kısa sürede toparlandılar, biz hala bocalıyoruz. Ne evren evrimini tamamlayıp değişmez konuma gelmiş, ne de 1400 sene önceki Arap 21. yüzyılın ihtiyaçlarına cevap verecek kadar bilgili, fakat içtihat kapısını kapatmış.

İçtihat kapısının kapatılması her konuda değil, “dini konularla, ayetlerle, hadislerle ilgilidir” deneceğini kuvvetle tahmin ediyorum. İyi de dini bir söylem, bir vesileyle “Dünya düzdür” demişse, bilim aksini ispatlasa bile, kapalı kapıdan girilip düzeltilebilir mi? Mısır Medresesi neye dayanarak Dünya düzdür diyor?

Evrensel hukuk yeni boyutlar kazansa, insan hakları anlayışı değişse bile 1400 sene önceki bedevi örfüne dayanan İslam Fıkhındaki kayıtlar düzeltilebilir mi? 21. yüzyılda da, gavur icadı diye evine televizyon sokmayan, alafranga tuvalete girmeyen yüzlerce insan tanıyorum. İslam ülkelerindeki, kadınlarla ilgili kuralların, cezaların, sınırlamaların büyük bölümü bu anlayıştan kaynaklanmıyor mu?

Tartışılmayacak, yorumlanamayacak “Muhkem” ayetlerin yanında, yorumlanması gereken, hatta birden fazla yorumun dikkate alınarak açıklanması gereken “Müteşabih” ayetler var. Çağdaş bilimi göz ardı edip, aklı kullanmadan, asırlar öncesinin bilgisiyle, uydurma nakillerle verilmiş kararların uygulandığı Arap dünyasının hali ortada, isteyen kapalı içtihat kapsının arkasında karanlıkta oturmaya devam etsin!

Nizam-ül Mülk; 1064-1092

Bu büyük vezir, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in vefatından sonra kardeşler arasında çıkan kavgada Alparslan’ın yanında yer almış, önce ona sonra oğlu Melik Şah’a başvezirlik yapmış değerli bir devlet adamıdır. Otuz yıl kadar başvezir olarak, Selçuklu devletinde etkin olmuştur. “Siyasetname” isimli kitabı bugün bile bir referans olarak algılanıyor.

Nizam-ül Mülke göre, devletin sürekliliği, korunması için bütün değerler kullanılmalıdır.

Ancak, koşullar, anlayışlar değiştikçe yargılar da değişebilir. O devirde “insan devlet içindi”, zamanımızın anlayışına göre “devlet insan” içindir!

Bugün, devletin, hangi durumlarda dokunulmaz olduğu, her şeyin önünde geldiği, hangi durumlarda, hangi değerler karşısına adil, insaflı, bağışlayıcı, koruyucu ve vatandaşla eşit konumda olması gerektiği büyük ölçüde tartışılmaktadır.

Nizam-ül Mülk, devletin korunması için inanç sisteminin kullanılmasını da istiyordu. İnanç sisteminde doğruyu bulmanın ölçeği felsefe ve akıl olursa “Dokunulmaz Devlet” anlayışına kısıtlamalar getirebilirdi. O nedenle rehberin akıl ve felsefe değil, değişmez nakillerin olmasını istiyordu. Kurduğu Nizamiye Medreseleri’nde bu düşünceyi uygulamak için dini referansa ihtiyacı vardı.

İmam Gazali’nin akılcı iken keskin dönüş yapıp nakilci olması, “İçtihat Kapısını” kapatması, akılcı bilim adamı İbni Sina’yı ağır şekilde eleştirmesi, Nizam-ül Mülk tarafında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’nin müderrisliğine atanması ve Gazali’nin atanmasından sonra medrese müfredatından felsefe dersinin çıkarılması akılları karıştırıyor. Nizamiye Medreseleri, Sünni, Şafii mezhebine ait bir vakfın malıydı, onlardan olmayan buraya giremezdi.

Nizam-ül Mülk ile İmam Gazali’den hangisinin, ötekini daha çok etkilediği konusunda bir tespit yapamıyorum. Gönül isterdi ki, Nizam-ül Mülk, devletini korusun ama İslam’ı Saltanatın korunma aracı yapmasın. Bu konuda Muaviye ile çok benzeşiyorlar.

İbni Rüşt;

Akılcı, değerli bir Müslüman.

Bazı İslamcılar, “Hristiyanlık Aristo’yu tanımıyordu, İbni Rüşt’ü okuyarak tanıdı ve Ortaçağ’ın karanlığından kurtuldu” diye, İbni Rüştü övüyorlar, dolayısıyla kendilerine pay çıkarıyorlar. Ancak şuna değinmiyorlar; İbni Rüşt sadece Hristiyan kesime mi ışık tuttu, İslam dünyasına ışık tutmadı mı?

İbni Rüşt, daha çok mensubu olduğu İslam dünyası olmak üzere, tüm insanlığa aynı ışığı tuttuğu halde, Hristiyan dünyası bundan nasibini aldı, aydınlandı da. İslam dünyası kendisinden olan bu kişinin ışığına niye arkasını döndü?

Bazıları tarafından hoş karşılanmayacağını bile bile şunu soracağım: İbni Rüşt’e karşı çıkan İslam kanaat önderlerinin çoğu Arap kökenli mi, Türk kökenli mi? Bu soruyu ırkçı bir düşünceyle ortaya atmıyorum, Türküm fakat kesinlikle ırkçı değilim, benim için insan olmak önde gelir. Yanılmıyorsam, İslam’da “Müçtehit” aşamasına gelmiş kişilerden Türk kökenli olanların çoğu akılcı, bilimci, yeniliğe açık, İslam’ı doğru yorumlamış, Arap kökenli olanlar daha ziyade İslam öncesi Arap Kültürünün etkisi altında kalmışlar, hatta dedevi örf ve adetlerini İslam’a sokmuşlar.

Etkin güçler, İslam dünyasının gözünü akılcıların, felsefecilerin ışığına kapamasalardı, rehber olarak uydurulmuş nakilleri zorlamasalardı, İslam dünyası Allah’ı doğru anlar ve bugün bambaşka bir konumda olurdu.

Allah, Muhkem ayetler hariç, Kur’an’ın bile yorumlanmasına kapı aralarken, İslam dünyası içtihat kapısını kapatıp, Cahiliye Dönemi Arap kültürünün esiri olmaz, gerçek İslam’ın dosdoğru yolundan giderdi.

İmam-ı Azam Ebu Hanife;

Bu büyük insan Abbasi Halifesi’nin kendisine teklif ettiği Bağdat Kadılığı gibi şaşaalı bir görevi neden kabul etmedi? Çünkü Halife’nin kendisinden saltanatını korumak için İslam’a aykırı İslami fetvalar isteyeceğini biliyordu. Onun inancı, onuru, makamın şaşaasından, süreceği refahtan çok daha değerliydi. İtibarını ayaklar altına almamak için, bedeninin süründürülmesini göze aldı. Kişiliği “hileyi şeri ye” yöntemiyle bağdaşmazdı.

İbadethane fitnehaneye dönüşürse…

Hz. Muhammet döneminde, birileri Medine’de ikinci bir cami yaptırmış ve Hz. Muhammet’i de orada namaz kılmaya davet etmişler. Allah, Hz. Muhammet’e orasının fesat yuvası olduğunu, orada namaz kılmamasını söylüyor. İbret alınacak, çok önemli bir olay. Toplu ibadet yeri bile insanın elinde fesat yuvasına dönüşebiliyor veya baştan itibaren o niyetle inşa edilebiliyor.

Camilerin İslam’daki konumlarıyla, kiliselerin Hristiyanlıktaki konumları farklıdır. Kilise ruhban zincirinin bir halkasıdır. Hristiyan, kilise olmadan ibadet edemez, Müslüman, her zaman, her yerde Allah’ına ibadet edebilir. Temiz, ince sanatla güzelleştirilmiş camilerimiz mutlaka olmalı, toplu ve bireysel ibadete açık olmalı, amacının dışında asla kullanılmamalı.

Günümüzde camiler, tarikatın, cemaatin elinde. Biri diğerininkine gidemiyor. İslam’daki ikinci cami, hem de Hz. Muhammet’in var olduğu bir ortamda, fesat yuvası olabiliyorsa gözlerimizi dört açmamız gerekir.

O camiyi yıkmışlar… Ancak maddi yapıyı yıkmak fesat düşünceyi ortadan kaldırmaya yetmez. Fesat zihniyetin kafalardan silinmesi, dinin siyasetin aracı yapılmaması için elden ne geliyorsa yapılmalıdır.

İşte bu fesat düşüncelerin yıkılması için insanlar öncelikle tarihi iyi bilmeli ve sorgulayabilmeli. Bu amaç doğrultusunda İslam tarihi üzerinde önemli rol oynayan kişiler üzerinden ilerleyerek İslam’ın Hz. Muhammet’ten sonra nasıl şekillendiği ve İslam tarihi hakkında kısa bir giriş yapmış olalım. Aynı başlıklı yazımın ikinci bölümünde Türkçe Kur’an, Kur’an’a kolay erişim, Kur’an’ı anlamak, İslam’ın özü, İslam dininin ve Kur’an’ın kucaklayıcılığı gibi farklı konulara değineceğiz. Sizleri birlikte düşünmeye davet ediyorum.